Menu

İŞÇİ HAKLARI VE HUKUK

29 July 2013 - Makaleler - Tebliğler

İŞÇİ HAKLARI VE HUKUK

GİRİŞ

Davacı zengin, davalı yoksulsa

Zenginden yana işler yasa

Davacı yoksul, davalı zenginse

Davalıda kalır yine nizalı arsa

Davacı da davalı da zenginse davada

Özür diler çekilir aradan kadı

Davacı da davalı da yoksulsa, bak,

Sade o zaman işte yerin bulur hak”

Bir Çin Şiiri Çev. Can Yücel[1]

 

Ülkemizde çalışma hakkı, anayasal bir hak olarak düzenlenmiştir. Çalışma hakkını gerçekleştirmek ve bu hakkın öznesini oluşturan işçiyi korumak için çıkarılmış “İş Yasası” vardır. İş Yasası’ndan kaynaklanan uyuşmazlıkların kendine özgü yanlarının bulunduğu kabul edilerek iş uyuşmazlıklarını çözmek amacıyla bu alanda özel uzmanlığa sahip iş mahkemeleri kurulmuştur. Türkiye, işçinin işini, ücretini koruyan bir dizi uluslararası sözleşmeyi imzalamış, yükümlülükler altına da girmiştir.

Aynı şekilde anayasal düzlemde bir dizi sosyal hakkın içerisinde sendika, toplu sözleşme ve grev hakları yer almaktadır. Bu hakları yaşama geçirmek için sendika, toplu iş sözleşmesi ve grev yasaları çıkarılmıştır.

Sayısı her geçen gün artan hukuk fakültelerimizde hukuk eğitimi verilmekte, bu eğitimlerde hukuk, genel olarak “toplumsal ilişkilerin bir düzen içerisinde yürütülmesini,  barışı, güveni, eşitliği ve özgürlüğü gerçekleştirerek sağlayan kurallar bütünü” olarak tanımlanır. Bu tanıma göre hukuk, düzenleyicidir; bu düzenlemeyi yaparken adaleti gerçekleştirme görevini üstlenmiştir. Adaleti gerçekleştiren hukuk tarafsızdır. Kısaca hukuk, bu anlayış tarafından toplumsal ilişkileri adalet ekseninde düzenleyen, yansız, herkese hak ettiğini veren, hukukun dışında herhangi bir kurum ya da kişiye bağlı olmayan bir yapı olarak gösterilir.

Hukuk pratiğine bakıldığında, çoğu zaman gösterilen ve inandırılan tablonun aksine bir sürecin yaşandığını ortaya koyan çok sayıda örnek bulunmaktadır. Çalışma yaşamını düzenleyen yasalar çalışma ilişkilerinin kendisini sorgulamadan, bu alandaki fiili eşitsizlikleri görmezden gelerek, biçimsel eşitliği sağlamayı yeterli gören hükümlerden oluşmaktadır. Çalışma yaşamının doğasından kaynaklanan fiili eşitsizliklerin sorgulanamıyor olmasının kendisi tek başına hukukun bağımsız, yansız, eşitliği sağlayıcı olma savıyla uyuşmamaktadır. Bu çalışma, 1982 Anayasası’ndan başlayarak tarafız, herkese eşit adalet sağlayarak toplumsal düzenin devamını sağlayan, bireylerin temel hak ve özgürlüklerini güvence altına aldığını ileri süren, bağımsız bir hukuk sisteminin var olup olmadığını örnekler üzerinden sorgulamaktadır.

I-  24 Ocak Kararları ve 12 Eylül Darbe Hukuku

Türkiye 1980’li yıllara yeni bir ekonomik model arayışı içerisinde girmiştir. Bu arayışın sözcülüğünü Türk Sanayicileri ve İşadamları Derneği (TÜSİAD) yapmıştır. Dışa açılamamayı “Türkiye’nin kısır döngüsü” olarak tanımlayarak işe başlayan TÜSİAD, “Dünya ekonomisinin belirlediği ve Türkiye’nin etkileyemediği koşulları veri kabul edip, Türkiye’nin yararına olan her şeyi bu koşulları göz önünde tutarak gerçekleştirmeye çalışmak, tek gerçekçi ve sağlıklı yoldur” demiştir. (TÜSİAD, 1980:1)

TÜSİAD’ın önerdiği yeni ekonomik model, 24 Ocak 1980’de ilan edilmiştir. Ülkenin ithal ikameci ekonomik modelini, ihracata dayalı ekonomik modelle değiştirmeyi hedefleyen ekonomik program tarihe “24 Ocak Kararları” olarak geçmiştir. 24 Ocak Kararları ile oluşturulan modelin temel özelliğini ise “ücretlerin düşürülmesi yoluyla yurtiçi talebin daraltılarak, yurtdışı pazarlara ihraç edilecek bir artığın yaratılması” hedefi oluşturmuştur. (Yeldan, 2001:43, Delican, 2006:23) Ne var ki bu hedefe ulaşmak için hükümetin yürürlükte olan yasalara aykırı davranmayı göze alarak toplu pazarlık düzenine müdahale edip işçi haklarını baskılamak için Toplu Sözleşme Koordinasyon Kurulu oluşturması bile yeterli olmamıştır. l980 yılı toplu iş sözleşmesi görüşmelerinin önemli bir kısmı uyuşmazlıkla sonuçlanmıştır. Bu kez hükümet uyuşmazlık sonrası alınan grev kararlarının birçoğunu ertelemiştir. l980’in ilk 8,5 ayında Bakanlar Kurulu’nca ertelenen grev sayısı geriye dönük son üç yılda ertelenen grev sayısıyla neredeyse eşittir. l980 yılı başından l2 Eylül l980’e kadar özgür toplu pazarlık tümüyle askıya alınana kadar Bakanlar Kurulu toplam 7l grev erteleme kararı almıştır. (Bkz. Tayanç, 1980:80-94, Topalhan, 1997, Sönmez, 1984:89 )

Yani 24 Ocak Kararları, ancak darbe koşullarında ve darbe hukukuyla uygulanabilmiştir. 24 Ocak Kararları’ndan sonra gelen 12 Eylül darbesi bir kez daha göstermiştir ki hukuk, egemen sınıfların çıkarlarının önünde “engel” olduğunda bir anda meşruluğunu yitirmektedir. Yasalar, var olan anayasa kuralları uygulanarak değiştirilmesi gerekirken anayasa ve anayasanın öngördüğü siyasal sistem bir ayak bağı olarak görülmeye başlanmaktadır. Bu aşamada egemen sınıflar “doğrudan zoru” devreye sokarak kendi çıkarlarını gerçekleştirmeye hizmet edemez hale gelen hukuk kurallarını çöpe atıp yenisini yeni ekonomik sisteme uygun bir şekilde inşa etme aşamasına geçmektedir. Üstelik o güne değin sistemi hukuk aracılığıyla meşrulaştıranlar, hukukun zor yoluyla askıya alınmasını kendi sınıf çıkarlarını gerekçe göstererek savunmakta hiçbir tutarsızlık görmemektedir. Örneğin dönemin Odalar Birliği Başkanı İbrahim Bodur, açıkça şöyle demektedir:

“Bundan iki yıl önce alınan ve cesaretle uygulamaya konan 24 Ocak Kararları’nın ekonomi tarihimizde önemli bir yeri bulunmaktadır. 24 Ocak Kararları ilke yönünden fevkalade isabetlidir. Kararların alınması kadar, 12 Eylül’den sonraki yönetimin bunlara devamlılık sağlaması da büyük önem taşımaktadır. 24 Ocak Kararları’nın başarıya ulaşmasında en büyük pay bu yönetime aittir. 12 Eylül’den sonraki yönetim 24 Ocak Kararları’nın başarısını iki kat artırmıştır” (Bodur, 1982:6)

İşadamı ve dönemin TÜSİAD Başkan Yardımcısı Rahmi Koç’a göre de önemli olan, 24 Ocak Kararları’nın uygulanmasıdır. Anayasanın öngördüğü demokratik sistem, kararların yasa ya da yönetmeliklerle yasaya dayandırılması zorunluluğu zaman kaybıdır. Koç, “darbe hukuku”nu, demokratik sistemden farkını da belirterek şöyle savunmuştur:

“Büyük fark şuradan ileri gelmektedir. 12 Eylül harekatından önce her şeyi demokratik bir sistem altında yapmak zorundaydık. Bu da karar almak, yasa ya da yönetmelik çıkarmak için aylar geçmesini gerektiriyordu. Yani her şey güç ve uzun zaman içinde gerçekleşebiliyor, her şeye politik açıdan bakılıyordu. Ekonomik yaklaşım hep arkadan geliyordu. Askeri yönetim altında fark, alınan kararların parlamentodan geçmesi gibi bir zorunluluk olmadığından çok hızlı hareket edebiliyor ve üstelik askeri yönetim yanlış yapsa bile bunu kısa sürede düzeltebiliyor. En önemlisi ise tüm bu işlemler yapılırken politik yaklaşımlar söz konusu olmuyor. Çünkü askeri yönetimin parlamentoda sandalye kaybı ya da seçmen kaybı diye bir kaygısı yok. En büyük fark askeri yönetimin zamanında ve doğru kararlar almasıyla çok değerli zaman tasarrufumuzun olmasıdır.” ( Koç, 1982:6)[2]

Engels’in “bir yasanın, bir sınıf üstünlüğünün kesin, arı, içten dışa vurumu ender görülür” (Engels, 1979, s.597) saptamasında belirttiği “ender durum”, 24 Ocak Kararları sonrası yaşanan süreçte gerçek olmuştur.

“Parlamentoda sandalye kaybı ya da seçmen kaybı diye bir kaygısı” olmayan, “24 Ocak Kararları’nın başarıya ulaşmasında en büyük paya sahip” olduğu belirtilen askeri yönetim, darbenin hemen ertesinde, Türk-İş’in dışındaki işçi konfederasyonlarının çalışmalarını durdurmuştur. Bu konfederasyonların yöneticilerinin tutuklanmış olduğu, sendikacıların cezaevinde olduğu, işçilerin toplu iş sözleşmesi haklarının askıya alındığı, grev hakkının yasaklandığı koşullarda, yeni sendikalar yasası ve toplu iş sözleşmesi yasası hazırlanarak, 1980 sonrası toplu iş sözleşmesi düzeni şekillendirilmiştir.

12 Eylül darbesini gerçekleştirenler de kendilerince hukuka dayanmışlar, eylemlerini yasa aracılığıyla meşrulaştırmak gereği duymuşlardır. Darbeciler, tam da Marx’ın 18 Brumaire’de altını çizdiği gibi, yapmış oldukları yasal düzenlemelerle toplu pazarlığı askıya almışlar, yürürlükte olan toplu iş sözleşmelerinin süresini uzatacaklarını bildirmişlerdir. Ancak aynı yasayla, yürürlükte olan tüm sözleşmelerden kendilerince sakıncalı gördükleri hükümleri “kamu düzeni” gerekçesiyle ayıklamışlardır. Böylece bir yandan hak veriyormuş gibi yapılmakta, gerçekte ise haklar sınırlandırılmaktadır. 1848 Fransız Anayasası’nı yapanların uyguladığı yöntemle 12 Eylül darbesini yapanların uyguladığı yöntem birebir örtüşmüştür. Marx da 1848 Fransız Anayasası’nda tanınan “kişi özgürlüğü, basın özgürlüğü, söz, dernek kurma, toplanma özgürlüğü, öğrenim özgürlüğü, inanç özgürlüğü vb” hakların “başkasının eşit hakları ve genel güvenlik” kavramıyla sınırlandırılarak kullanılmaz hale getirilmesinin altını çizmiştir. (Marx, 2003:26)[3]

Darbeciler de toplu pazarlık düzenine, çıkarmış oldukları 2364 sayılı Yasa’yla müdahale etmişlerdir. Bu müdahalede darbecilerin kullandığı sınırlama ölçütü 1848 Fransız Anayasası’nda kullanılan “kamu düzeni” ölçütüyle örtüşmektedir. Yasa, Yüksek Hakem Kurulu (YHK) adı altında bir kurul oluşturmuştur. YHK, toplu iş sözleşmelerinde yer alan hükümlerden “devletin ülke ve milleti ile bütünlüğü, millî güvenlik, kamu düzeni ve genel asayişe aykırı hükümleri ile kanunlarda suç sayılan fiilleri teşvik ve himaye eden” (Ul, 1981:5) hükümleri ayıklamakla görevlendirilmiştir. Kurula, işçiler veya işverenler tek tek veya örgütleri aracılığıyla başvurabilecekleri gibi Bölge Çalışma Müdürlüğü veya Çalışma Bakanlığı da başvurabilecektir. Bu başvuruda yürürlükte olan bir toplu iş sözleşmesinde, “devletin ülke ve milleti ile bütünlüğü, millî güvenlik, kamu düzeni ve genel asayişe aykırı hükümleri ile kanunlarda suç sayılan fiilleri teşvik ve himaye eden” hükümlerin bulunduğu ileri sürüldüğünde, YHK’ye toplu iş sözleşmesinde yer alan, belirtilen nitelikteki hükümleri iptal etme, yeniden yürürlüğe koyduğu toplu iş sözleşmelerinde de sözleşme süresi içinde gerekli gördüğü hallerde değişiklik yapabilme yetkisi verilmiştir.

Böylece, darbe öncesi yürürlükte olan yasal sistem içerisinde kalınarak toplu pazarlık yoluyla grevi de göze alarak var edilen toplu iş sözleşmesi hükümleri “kamu düzeni” ölçütü aracılığıyla denetlenmiştir. Yapılan bu denetlemeler sonucunda işverenin fesih hakkını disiplin kurullarında işçi temsilcilerinin yer almasını sağlayarak sınırlandıran hükümler YHK tarafından kamu düzenine aykırı bulunarak toplu iş sözleşmesi metinlerinden çıkarılmıştır. (Sönmez, 1984:233-250). Bu yöntemle Marx’ın “kamu güvenliği, başka bir deyişle burjuvazinin güvenliği” diye nitelendirdiği “kamu düzeni” kavramı aracılığıyla toplu iş sözleşmeleriyle elde edilen haklar darbe döneminde ortadan kaldırılmıştır. Darbe hukukunu o günün koşullarında eleştiren nadir hukukçulardan birisi olan Metin Kutal, “2364 sayılı Yasa’da yer alan kamu düzeni kavramının sınırlarının açık ve kesin” olmadığını belirtmiştir. Kutal, “kamu düzeni” kavramının belirsizliği hakkında “bazı yüksek yargı organlarının son yıllarda verdikleri kararlarda kabul ettikleri anlamda kullanılacaksa sosyal haklar açısından ciddi endişeler duymalıyız” diyerek endişesini dile getirmiştir. (Kutal, 1981:481) İşçilerin feshe karşı korunması için toplu iş sözleşmelerine konulan hükümlerle, kıdem tazminatlarının Yasa’da belirlenen sınırların üzerinde ödenmesinin kararlaştırılmasını Yargıtay’ın kamu düzenine aykırı olduğu sonucuna ulaştığını belirterek, bu durumun kamu düzeni kavramının anlamlandırılması açısından endişeye yol açtığını söylemiştir. “Bu örnekleri çoğaltacak olursak iş hukukunun diğer hukuk dalları arasındaki özelliğini tümüyle inkar etmiş oluruz. Sonuçta işçilerle ilgili yasal hükümleri çalışanlar lehine düzenleyen tüm toplu iş sözleşmeleri, hatta hizmet sözleşmelerini kamu düzenine aykırı olduğu gerekçesiyle iptal etme noktasına varabiliriz. Bu bakımdan YHK’nun kamu düzeni kavramından ne anladığını açıkça ortaya koymasında zorunluluk” (Kutal, 1981:481)  bulunduğunu vurgulamıştır.

Kamu düzeni kavramından ne anlaşılması gerektiğinin belirsizliğinden endişe duyan  Kutal’a göre, “sosyal hakların geniş vatandaş topluluklarını ilgilendirmesi doğaldır. Hatta sanayileşme geliştikçe bu haklardan yararlananların sayısı da artacaktır. Dolayısıyla sosyal hakların uygulanmasından meydana gelen ekonomik sonuçlar ne kadar önemli olursa olsun bunu kamu düzeni ile karıştırmak doğru değildir. (…) Toplu-pazarlık düzeninin askıya alındığı bu dönemde dar yorumlarla işçi haklarında meydana getirilecek kısıtlamalar ülkemizde sosyal barışı olumsuz olarak etkileyecektir. Ümit ediyoruz ki YHK, bazı yargı organlarının sosyal haklar konusundaki dar yorumlarından hareket etme yerine, ülkemizde sosyal barışın kurulmasına yardımcı olacak ilkeleri benimseyecek, hatta yasa koyucu yeni düzenlemeler sırasında ışık tutacaktır.” (Kutal, 1981:481)

Ne var ki gelişmeler ümit edildiği gibi olmamıştır. Aksine, yapılan darbenin amacıyla uyumlu bir şekilde YHK’nin 1963 yılından 1980 yılına kadar tarafların özgür toplu pazarlığın olanaklarından yararlanarak geliştirmiş oldukları 1475 sayılı Yasa’nın asgari koşullarının üzerindeki hemen tüm hakları sözleşmelerden ayıklanmıştır.[4]

II. 1982 Anayasası ve Sermayenin Çıkarları

Hukuk metinlerinin en genel soyut ifadesinin anayasalarda yer aldığı kabul edilir. Hatta anayasaların “toplumsal ve iktisadi olgulardan kopuk bir şekilde, devletin üst düzey organlarını ve siyasal yaşamı kurallarla düzenlemeyi” (Kaboğlu, 2010, 12) öne çıkarması gerektiği vurgulanmıştır. Anayasaları, pozitif hukuk açısından devletin temel niteliklerini, iktidarın kaynağını ve kullanış biçimlerini, vatandaşların temel hak ve özgürlüklerini, devlete ve topluma karşı yükümlülüklerini, devletin vatandaşlarına karşı görevlerini belirleyen yasalar hiyerarşisinin en üstünde bulunan temel yasalar olarak tanımlamak olanaklıdır.

Anayasaların toplumsal ve iktisadi olgulardan kopuk bir şekilde devletin siyasal organlarını belirleme, siyasal yaşamı düzenleme gereğinin tam aksi, 1982 Anayasası’nın hazırlanış sürecinde gerçekleşmiştir. Çünkü 1982 Anayasası ve 24 Ocak Kararları arasında doğrusal bir ilişki mevcuttur.

Darbe koşullarında ve darbe hukukuyla yaşama geçirilen 24 Ocak Kararları’nın öngördüğü siyasal sistemin devam etmesini ve yeni sistemin meşruluğunun sorgulanmamasını sağlayacak bir anayasa oluşturmak, darbeyi yaptıran güçlerin darbecilere vermiş olduğu en önemli görevlerden birisi olmuştur.

1982 Anayasası’nın işçi haklarını düzenleyen maddeleri, birebir işveren örgütlerinin istemleri dikkate alınarak hazırlanmıştır. Bu gerçeği dile getirmek isteyen Türk-İş, 1982 Anayasası’nın sendika ve toplu iş sözleşmesi ve grev haklarını düzenleyen bölümlerinin işveren örgütlerinin istemleriyle örtüştüğünü kanıtlamak için, anayasa tasarısının kamuoyunda tartışılmaya açıldığı 1982 yılı başlarında “İşte İspatı! Anayasa Tasarısı İşveren İsteklerine Göre Hazırlandı” başlığı altında bir kitap yayımlamıştır.[5]

İşveren istemleri sadece 1982 Anayasası’na aynen girmemiş, anayasaya bağlı olarak oluşturulan yeni sistemde de işveren istemleri esas alınmıştır. Sendika ve toplu pazarlık hakkını düzenleyen 274 ve 275 sayılı yasaların yerine 1983 yılında kabul edilen 2821 sayılı Sendikalar ve 2822 Sayılı Toplu İş Sözleşmesi Grev ve Lokavt Yasalarında yer alan hükümlerin birçoğunun işveren örgütlerinin görüşleriyle birebir olduğu görülmüştür[6] 2821 ve 2822 sayılı Yasaların tasarı aşamasında tartışıldığı dönemde Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu (TİSK) Genel Başkanı’nın basına yansıyan bazı demeçleri, işveren örgütlerinin yapmış olduğu toplantılarda dile getirilen görüşler, yayımlanan raporlar yasalarla işveren örgütlerinin görüşlerinde yaşanan özdeşliği net olarak ortaya koymuştur. TİSK Genel Başkanı Halit Narin bu aynılığın doğal olduğunu açıklamıştır. Halit Narine’göre:

“Tasarıda grevlere belli bir sınır getirilmeyişi ekonomik gerçeklere ters düşen bir düzenleme olmuştur. (…) 20 yıldır biz ağladık onlar güldü. Dengenin bozulduğu bir ortamda 12 Eylül’e gelen olaylar yaşandı. Grev hakkı ekonomik ve milli sınırları aştığı takdirde sınırlandırılmalıdır. Sendikalar yalnızca sendikal faaliyet içinde kalmalıdırlar.”[7] (Narin, 1983:1,11)

2821 ve 2822 sayılı Yasalarda yer alan hükümlerle değişik işveren örgütlerince dile getirilen taleplerin birebir örtüşmesi, bazı araştırmacıların da dikkatini çekmiş, işveren örgütlerinin raporlarıyla yasa hükümleri alt alta konularak bu durum görünür kılınmıştır. (Gülmez, 2005:11-13, Sönmez, 1984:56-61)

Özellikle Milli Güvenlik Konseyi’ndeki yasa tasarılarının görüşülmesi aşamasında tutanaklara yansıyan tartışmalar, darbecilerin 1963-1980 yılları arasında uygulanan 274 ve 275 sayılı Yasaların uygulandığı 1963-1980 dönemiyle bir tür hesaplaşma içerisine girmiş olduklarını, bu döneme duydukları tepkiyi ayrıntılı olarak sendikalar ve toplu iş sözleşmesi alanını düzenleyen yasaların maddelerine de yansıttıklarını göstermektedir. 1963-1980 dönemindeki çalışanı koruyan ve örgütlenmesinin önünü açana maddelere duyulan bu tepkinin sınırları çok fazla zorladığı da ne yazık ki görülmüştür. Milli Güvenlik Konseyi toplantısında Çalışma Bakanı’nın “Her işçi çalıştıran Bakan, mutlak surette o işyerinin grev yasağına girmesini isteyecektir. Şimdi bu şekilde devam edecek olursak bunun hakikaten sonu yok” şeklinde yakınmak zorunda kalması, hak vermekle yasaklamak arasındaki sınırların zorlandığının sadece bir örneğidir. (Esener, 1983:123)

Türk-İş’in, 2821 ve 2822 sayılı Yasalar tasarı halinde iken, görüşlerini Milli Güvenlik Konseyi’ne iletmesi, işveren isteklerinin tasarılardaki düzenlemelere aynen yansımış olduğunu vurgulaması, taslaklara yansıyan işveren isteklerinin tamamının sendika özgürlüğünü düzenleyen uluslararası hukuk kurallarıyla çeliştiğinin belirtilmesi[8] tasarıların yasalaşmasını engelleyememiştir. Türk-İş yöneticilerinin, 2821 ve 2822 sayılı Yasa taslaklarının işveren görüşleri esas alınarak hazırlandığı, sorunlara çözüm getirmeyeceği görüşü tasarılar yasalaştıktan sonra da sürmüştür. Türk-İş, yasaların tekrar tartışılarak varılacak bir uzlaşmayla yeniden düzenlenmesi istemini dile getirmiş, uzlaşmanın yalvarmak anlamına gelmediğini belirtmiştir.[9] Öte yandan Türk-İş Genel Sekreteri Sadık Şide, yasa tasarıları görüşülürken Sosyal Güvenlik Bakanı olarak Milli Güvenlik Konseyi toplantılarına katılmıştır. Ne var ki tüm bunların işçiler ve sendikacılık hareketi açısından hiçbir yararı olmamıştır.[10] (Koç, 1995: 84)

III. Sendika Toplu Sözleşme, Grev Hakları ve Hukuk

Sendika, toplu sözleşme ve grev haklarının Türk hukuk sisteminde nasıl ele alındığını belirtmeden önce, hukuka verilen anlamı bir kez daha vurgulamakta yarar var. Kapitalist toplumda hukukun öznesinin ayrımsız “herkes” olduğunu, hukukun “tarafsız” olduğunu, “hukukun üstünlüğü” kuralının “herkes için bağlayıcı” olduğunu, hukuk sayesinde ve hukuk aracılığıyla “herkesin” bir arada “barış ve güven” içerisinde “özgür” olarak yaşamasının olanaklı kılındığını kabul etmemiz beklenir ve önerilir. (Gözübüyük, 2011:3)

Öte yandan hukukun belli ölçülerde de olsa özerk bir alana sahip olduğu Marksist öğreti tarafından da kabul edilmiştir. Engels şöyle der: “Modern devlette hukuk sadece, genel ekonomik duruma uyup onun ifadesi olmakla kalamaz fakat aynı zamanda kendi içinde tutarlı bir ifade olmak ve kendi iç çelişkileri nedeniyle göze batar derece tutarsız olmamak zorundadır. Bunu gerçekleştirmek için, iktisadi koşulların yansıtılması git gide bozulur. O kadar ki, mevzuu hukukun bir sınıfın egemenliğini, saf, kesin ve tüm ağırlığıyla ifade etmesine (-ki bizzat bu durum “adalet kavramına” aykırıdır) nadiren rastlanır.” (Engels, 1979: 597)

Her iki durumda da sendika, toplu iş sözleşmesi ve grev hakkını konu alan hukuki metinlerde, belirli ölçülerde de olsa “bağımsız”, “dengeli” bir yaklaşım sergilenmesi beklenir. Sendika, toplu iş sözleşmesi ve grev hakkını düzenleyen yasaların Engels’in ifadesi ile “bir sınıfın egemenliğini, saf, kesin ve tüm ağırlığıyla ifade etmesi” hukukun meşruluğunu gölgeleyen bir durumdur. Ne var ki ve ne yazık ki ülkemiz hukuk tarihine baktığımızda sendika, toplu iş sözleşmesi ve grev hakkını düzenleyen yasaların açıkça bir sınıf egemenliğini pekiştirecek yaklaşımla düzenlenmiş olduğu görülmektedir.

III.1. Ekonomik Koşulların İzin Verdiği Ölçüyle Sınırlı Sendikal Haklar

Öncelikle belirtmek gerekir ki Türk sendikacılık hareketinin gelişiminde, yasal sistem her zaman belirleyici unsurlardan biri olmuştur. Yasa koyucu uzun bir süre grev hakkına sahip bir sendikal hareketten ürkmüş, özellikle sermaye birikiminin yetersiz olduğu koşullarda çalışanların bu hakka sahip olmalarının ülkenin ekonomik gelişimini olumsuz etkileyeceği endişesini taşımıştır. Bu endişe ilk sendikalar yasasının çıktığı Meclis-i Mebusan’dan günümüze kadar, dozu farklılaşsa da hep var olagelmiştir.[11] Çok gerilere gitmeden, sadece 2006-2012 yıllarına bakmak dahi sendika korkusunu görmek için yeterlidir.

2006 yılında Avrupa Sosyal Şartı’nın onaylanmasına ilişkin yasa tasarısıyla ilgili TBMM Dışişleri Komisyonu Raporu’nda sendika korkusu şöyle dile gelmiştir:

“Toplu pazarlık hakkı ve bu hakkın kullanımı konusunda hükümler içeren bu madde ile ilgili olarak, ülkemizin içinde bulunduğu sosyo ekonomik şartlar dikkate alınmış ve konulan çekince gerekçelerinin geçerliliğini koruduğu kanaatine varılmıştır.”[12] (Çelik, 2006:41)

Sendika toplu iş sözleşmesi ve grev hakkına ancak “ekonominin izin verdiği ölçüde” özgürlük tanıma anlayışı son olarak 2012 yılında hava yollarının grev kapsamına alındığı yasayla kendini göstermiştir. Türk Hava Yolları ile bu işyerinde örgütlü Hava-İş Sendikası arasında toplu iş sözleşmesi görüşmelerinin uyuşmazlıkla sonuçlanması üzerine iktidardaki AK Parti milletvekilleri tarafından TBMM’ye “Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun Teklifi” başlığıyla sunulan kanun teklifiyle 2822 sayılı Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Kanunu’nun (TSGLK) grev yasaklarını düzenleyen 29. maddesinin birinci fıkrasına “Havacılık hizmetleri” eklenmiştir.

Değişikliğin gerekçesinde yine ekonomik koşulların izin verdiği ölçüde grevli sendikal hakların verileceği dile getirilmiş, bu kez klasik “ekonomik gelişmişlik” gerekçesine “küresel rekabetin gerekleri” ifadesi eklenmiştir. Kanun teklifinin gerekçesine göre havacılık sektörü ülke ekonomisinin gelişiminde kilit rol oynamaktadır:

“… çalışanların haklarını aramasında grevler çok etkili bir yol olmasına rağmen; toplumun kendi refahını sürdürebilme ve zaruri ihtiyaçlarını giderebilme hakkı ile grevlerin milli ekonomi, şirketler ve vatandaşlar üzerindeki olumsuz etkileri gözönüne alındığında, havacılık sektöründe yer alan faaliyetlerin grev ve lokavt yapılamayacak işler kapsamına alınması önem arz etmektedir.”[13]

Yasa teklifinin Meclis’te tartışılması aşamasında da hem çalışma bakanı hem teklif sahibi milletvekilleri, grev yasağını ekonomik gerekçelerle savunmuş, hatta sendikanın toplu iş sözleşmesi görüşmelerini yaz dönemine denk getirdiğini savunarak, etkili olabilecek bir grev planladığı için sendikayı suçlamıştır.

Türk Hava Yolları’nı grev yasağı kapsamına alan yasa teklifini hazırlayan iktidar partisi İstanbul Milletvekili Metin Külünk’e göre: “Türk Hava Yolları ve iştirakleri 10 milyar dolara varan bilançosuyla küresel bir şirket, güçlü bir marka hâline gelmiştir. (…) Şüphesiz, dünya devletlerinin egemenlik mücadelesi ne kadar önemli ise uluslararası şirketlerin de rekabet edebilirlikleri bir o kadar önemlidir. (…) Son on yılda yaptığı sabit yatırımlar ile insan kaynaklarına yaptığı yatırımlar sayesinde bir dünya markası olan Türk Hava Yolları sıradan bir şirket değil, 74 milyonun alın terinin, vergisinin, duasının olduğu bir millî değerdir.” (Külünk, 2012:26-28) Aynı milletvekili, grev hakkını “milli değer” olarak tanımladığı Türk Hava Yolları’nın gelişiminin önünde engel görerek, engellerin ortadan kaldırılmasının parlamentonun görevi olduğunu, parlamentonun grev yasağı getirerek milli değer olan Türk Hava Yolları’nın gelişiminin önündeki engelleri ortadan kaldıracağını söylemektedir.[14]

Grev yasağı için yasa teklifi hazırlayan AK Parti Milletvekili Külünk, “İşçinin en temel hakkı olan toplu sözleşme ve grev hakkı şüphesiz kutsaldır” sözleriyle, grev hakkının ancak “ekonomiye zarar vermeden” kullanıldığında bu kutsallığa yakışır bir hak haline geldiğini ifade ederek yüz yıldır süren, sendikal haklara ilişkin Türkiye’nin altına imza attığı uluslararası sözleşmelerle üstlendiği yükümlülükleri görmezden gelen, hâkim yasakçı anlayışı da bir kez daha dile getirmiştir.[15]

Türkiye pratiğinde, devletin sınıflar üstü davranan, yansız, toplumun genel yararını gözeten bir baba gibi gösterilmesi çabasıyla sendikal hakların sınıfsal içeriği her zaman çelişmiştir. Devlet Türkiye’de, toplumdan kendisini sınıflar üstü bir olgu olarak algılamasını, uzlaştırıcı ve genel yararın sağlanmasında denge kuran bir kurum olarak kabul etmesini istemiştir.  Devletin bu yaklaşımı, yasalar nasıl düzenlenirse düzenlensin, sendikal haklar gündeme gelince de devam etmiş, bir anlamda devlet sendikal haklara, kendisine biçtiği uzlaştırıcı baba rolünü işlevsiz kılacak, bu rolün kelimenin gerçek anlamıyla rol olduğunu topluma gösterecek bir tehlike olarak bakmıştır. Devletin bu sorunlu bakış açısı sendikal haklara ilişkin yasaların şekillenmesinde de önemli etkisi olmuştur.[16]

Türk Hava Yolları’nı grev yasağı kapsamına alan yasa teklifi bu anlayışın sürdüğünü göstermektedir. Grev yasağı getiren teklifin sahibi AK Parti İstanbul Milletvekili, devleti sınıflar üstü bir konuma koyarak amaçlarını şöyle açıklamaktadır: “Emek mücadelesi verenlerle Türk Hava Yolları yönetimine şunu söylüyoruz: Oturun masada sorumluluğunuza sahip çıkın, barışçıl bir çözümü bulun.” (Külünk, 2012:28) Aynı açıklamada, paternalist anlayışa uygun olarak, tarafların üstün otoritenin belirlediği şekilde davranmasına karşın taraflardan birisinin bu nedenle zarara uğraması halinde, üstün otoritenin devreye girip bu zarara uğrayanı da koruyacağı yönündeki klasik iddia tekrarlanmakta ve taraflara şöyle seslenilmektedir:

“Bizim kapımız Türk Hava Yolları’ndaki kabin memuruna da sonuna kadar açıktır, pilotlara da sonuna kadar açıktır, emek veren hepsine açıktır. Bizim bu kanun teklifimiz buradan yasalaşırsa Türk Hava Yolları yönetimine, bu, hiçbir zaman, oradaki emekçilerin emeğini istismar etme hakkını vermez. Eğer Türk Hava Yolları yönetimi bu anlamda bir eksiklik göstermeye kalktığında biz bunun hesabını Türk Hava Yolları yönetimine de sormasını biliriz hiç endişeniz olmasın.” (Külünk, 2012:26-28)

Yine üstün otoritenin, kuralları herkesin çıkarına göre belirleyeceği, sendikal haklar somutunda “uslu sendikalar” (Yıldırım, 1012: 98)[17] olunmadığında müdahale edeceği ve genel yarar çerçevesinde kuralların belirleneceği Ulaştırma Bakanı tarafından grev yasağı vesilesiyle bir kez daha dile getirilmiştir. (Yıldırım, 1012:98) Ulaştırma Bakanı’na göre: “Millî hava yolunu korumak bizim görevimizdir.”[18]

Örneklerin tamamında, sendika ve toplu iş sözleşmesi haklarından duyulan endişeyi görebiliriz. Üstelik bu endişe 1908 yılında Meclis-i Mebusan’da ilk dile getirildiği tarihten 104 yıl geçtikten sonra bir kez daha benzer sözcüklerle Meclis tutanaklarına geçmiştir. Tüm bu sözler, özgür toplu pazarlıktan duyulan endişenin sürekli olduğunu ortaya koymaktadır. (Çelik, 2010:47)

2012 yılında kabul edilen 6356 sayılı Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Yasası’nın bireysel sendika hakkına güvenceyi düzenleyen 25. maddesinin kapsamı, fesih halinde sadece altı ay kıdemi olan, otuz veya daha fazla işçi çalıştıran işyerlerinde belirsiz süreli iş sözleşmesiyle çalışan işçilerle sınırlandırılmıştır. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı, yapılan bu sınırlandırmanın açıkça bir sınıf çıkarının gereklerini yerine getirmek olduğunu söylemekten kaçınmamıştır. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı’na göre bu işçilerin sendikal nedenlerle iş sözleşmelerinin sona ermesi durumunda güvence kapsamından çıkarılmalarının nedeni, işverenlerin bu konudaki taleplerinin karşılanmasıdır. Bakan’ın açıklaması şöyle:

“(…) İşverenlerimizin söylediği şu: Deniyor ki o otuz işçinin altında işyerlerinde, sendikal tazminatla ilgili bazı yasal süreçlerde sıkıntı yaşadıklarını söylediler. İşçiler, sendika amaçlı…30 işçinin altındaki işyerlerinde sendikal durumdan dolayı atıldığını ifade eden işçinin durumu yargıya gittiği zaman, büyük ölçüde kararların işçi lehine çıktığını, oysa sendikalı olduğu için atılmadığını ifade ediyorlar.  İşçiler de diyor ki: “Anayasanın 51’inci maddesine göre, bu örgütlenme hakkının elimizden alındığını sendikalar ifade ediyorlar.” Bizim yaptığımız burada, Bakanlık olarak, Hükûmet olarak, yasanın çıkması adına… İşverenlerin bir talebi ama buna karşı işçi sendikalarının 4/B talebini buluşturma gayreti içerisinde olduk.” (Çelik, 2012)

III.2. Sendika Korkusuna Karşı “İyi Çocuklar”dan Oluşan Sendika Oligarşisi

Türkiye’de sendikal hakların yasal güvenceye kavuşturulmasından duyulan “düzen bozulacak korkusu”na karşı, yasaklarla direnemeyen yasa koyucu, çözümü, “iyi”, “makbul” bir sendikacı tipi çizerek bu tipe uymayan sendikacıları sistemin dışına atmakta bulmuştur.

İyi sendikacının kim olduğu, 1963 yılında kabul edilen ilk grevli toplu iş sözleşmesi yasamız olan 275 sayılı yasanın Meclis görüşmelerinde yasayı savunan ve eleştiren milletvekilleri tarafından adeta resmi çekilerek tanımlanmıştır.

Dönemin muhalefet partisi olan Adalet Partisi (AP) sözcülerinden İzmir Milletvekili Saim Kaykan’a göre sendikal haklardan korkmaya, endişeye kapılmaya gerek yoktur. Çünkü bizim işçi örgütlerimiz toplum düzeninin işlemesinde sorumluluk alan örgütlerdir. İşçilerimiz  “Şuurlu ve vatanperver”dir (Kaykan,1963:383). Onlar “mevcut huzurun ortadan kalkmasına, sosyal nizamın temelinden sarsılmasına sebep olan bu hürriyetlerin ve hakların kendisine verilmesi için meşruiyet hudutları içerisinde Türklüğe has vekar, sabır ve sükun içinde neticeyi beklemek centilmenliğini gösteren Türk” İşçisidir. Onların “bu şuurlu davranışını” yasa koyucu değerlendirmelidir (Kaykan,1963:384).

Dönemin iktidar partisi Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) grubu adına Meclis’te konuşan Kayseri Milletvekili Mehmet Sağlam’a göre sendikal haklardan korkulmasının altında “ihtilalci sendikalizmin gayreti” ile özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra “bazı Batı memleketlerinde meydana getirilen grevler” bulunmaktadır. Ne var ki iktidar partisi sözcüsüne göre Türk işçisi “bambaşka bir haslet ve bambaşka bir yaratılışta olup emeğini milli ekonomiye vermiş, tarihî birtakım olayların yoğurmasından doğmuş ve aynı zamanda ruhi bir varlık olan milletinin güzide bir parçası”(dır). “İhtilalci sendikalizmden bizi koruyacak asıl zırh” Türk işçisinin bu özellikleridir. Bu özellikler sıralanmıştır:

“Onun ruhu tarihinden ayrılmaz. Ayrılsa bütün kaynaklar kurur. Bu ruhta geleneksel inanışlar, vatan ve millet sevgisi bütün haşmeti ile bileğinin nasırı gibi ruhunda da nasırlaşmıştır. Bu ruh asaletini çökertecek her türlü zararlı cereyanların bu bünyede saltanat süreceklerine inanmamaktayız. Sapık fikirlerin, mesnedini tarihten alan bu ruh yapısında barınacakları düşünülemez. Türk işçisi milletinin tarihinden gelen asil bir duygunun içinde ve kendi görevinin başında, kendisi için, vatan ve milleti için fayda ve zararı çok çabuk kavrayacak erginliktedir. O sadece, hakkı olanı istemektedir.” (Sağlam,1963:390).

275 sayılı yasanın tartışıldığı Meclis’te Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi (CKMP) grubu adına konuşan Sivas Milletvekili Cevat Odyakmaz ise sendikaları “reformist bir karakter yerine ihtilalci ve anarşist bir karakter kazanma riski taşıyan örgütlenmeler” olarak nitelendirmiştir. Bu risk ise sendika liderlerinin kişiliğine göre belirlenecektir. Sendikaların “ihtilalci ve anarşist bir karakter” kazanmasını engelleyecek sendikacı tipi de şöyle tanımlanmıştır:

“Bunların idaresini ele alacak olan liderlerin şahsiyeti her hangi bir şüpheye mahal verecek bir durum arz ederse bu takdirde grevin mahiyeti de büsbütün değişik olur. Tâbir caiz olursa sendika bir ağaç, grev onun meyvasıdır. Bu meyvanın aşısı da liderlerdir. En iyi organizasyona sahip bir sendika kötü niyetli liderler elinde zehirli meyvalar vermeye namzettir. Bu itibarla sendika liderlerinin ‘şahsiyetleri, kültürleri, karakterleri üzerinde hassasiyetle durulmak iktiza eder. Fakat bu hassasiyeti gösterirken parti mülahazalarını, politik gayeleri bir tarafa bırakıp doğrudan doğruya objektif kıstasların nazara alınması ve sendikacılığa hasis rey ve particilik menfaatleri katıltmaksızın sağlam karakterli, vatan sever liderlerin iş işbaşına geçmelerinin temini tek çıkar yoldur. (Odyakmaz,1963:388).”

Dönemin muhalefet partisi olan Adalet Partisi (AP) sözcülerinden İzmir Milletvekili Saim Kaykan’nın Türk işçisinin “vatanseverliğine şuurluluğuna” yaptığı vurgu yeterince inandırıcı olmamış, bu kez de Millet Partisi (MP) grubu adına konuşan Bolu Milletvekili Kamil İnal işçileri uyarma gereği duymuştur. Bu uyarıda, grev, ekonomik bir silah olarak nitelendirilmiş, bu silahın kullanılmasında ülke yararlarının gözetilmesi gerektiği, sendikacıların kişisel özellikleri ve niteliklerinin birincil planda belirleyici olabileceği tekrar vurgulanmıştır:

“Bu müessesenin tarihî gelişimini incelediğimizde, grevlerin çoğalıp azalmasında, iş hacminin genişleyip daralmasında, sınıf gerginliğinin şiddetlenip hafiflemesinde gerek iş verenlerin, gerek sendikacıların şahsi vasıfları ve davranışları birinci plânda rol oynamaktadır.” (İnal, 1963: 392, 393)

12 Eylül sonrası süreçte ise çizilen sendikacı tipine uymayanlar özellikle işveren temsilcileri aracılığıyla ideolojik sendikacılık yapmakla suçlanıp, ideolojik sendikacılık tanımından hareketle yeni bir “iyi”, “makbul” sendikacı tipi tanımlanmıştır. Bu suçlamalarda “ideoloji” kavramı, belirli bir dünya görüşü ekseninde olayları sistematik ve belirli bir iç tutarlılık içerisinde açıklama anlamında kullanılmamış, bir sendikal anlayışı olumsuz olarak nitelendirmek için kullanılmıştır. Bu kullanış tarzı olumsuz anlamıyla günümüze kadar gelmiştir.

TİSK temsilcilerine göre, işverenleri hedef alarak yapılan sendikacılık ideolojik sendikacılıktır:

“Bugün sendikalarla yapılan toplu iş sözleşmeleri ekonomik çıkar kavgası olmaktan öteye siyasi hatta ideolojik bir kavga haline dönüşmüştür. Sözleşmelerde işçilerin hak ve menfaati yerine sendikaların ve sendikacıların talepleri önde gitmekte, çoğu kez sendika talepleri yüzünden uyuşmazlıkları büyütmektedirler. Bir kısım sendikaların siyasi partilerle olan organik ilişkileri sendikal çekişmeyi normal hudutlarının üstüne çıkarmakta, toplu iş sözleşmeleri işyerinde barışın değil kavganın aracı haline getirilmektedir” (Narin, 1980:10)

Bir diğer işveren temsilcisi, 1976-1983 tarihleri arasında Türkiye Kağıt Sanayi İşverenleri Sendikası Genel Sekreterliği görevini üstlenmiş olan İmren Aykut da 1963-1980 döneminin sendikal hareketini suçlayarak “ekonomik ve siyasi sistemdeki bozulmalardan süratle etkilenmiş ve yoğun ideolojik sapmalara uğrayarak, toplumun boyutlarını aşmış bir sendikacılık hareketi ile bizi karşı karşıya bırakmıştır.” demiştir. (Aykut, 1985:40)[19]

İdeolojik sendikacılık olarak eleştirilen sendikacılık anlayışının yerine ise “pragmatik ve ekonomik” (Aykut, 1985:40)[20] olarak adlandırılan bir sendikacılık anlayışı önerilerek, “sendikalar yalnızca sendikal faaliyet içinde kalmalıdırlar” (Narin, 1980:10) denilmiştir.

Grevlerin “ekonomik ve milli sınırları aşmayacak” şekilde kullanılması gerektiğini savunan bu görüşün, sendikaların “yalnızca sendikal faaliyet içinde” kalmaları gerektiği saptamasıyla anlatmak istedikleri; sendikal faaliyeti, sendikaların gerektiğinde ekonomik ve milli sınırları aşmayacak grevlerle toplu iş sözleşmesi imzalamaya indirgedikleri sonucu çıkmaktadır. Sendikaların demokratik baskı grubu işlevleri ise sendikal faaliyet içerisinde görülmemekte, bir anlamda “ideolojik sendikacılık” suçlamasıyla, demokratik baskı grubu misyonları görmezden gelinmektedir.[21]

İdeolojik sendikacılık tartışması, Danışma Meclisi’nde Anayasa taslağının “Sendikal Faaliyet” başlıklı 54. maddesinin tartışılmasında da gündeme gelmiştir.

Anayasa Komisyonu Sözcüsü Şener Akyol’a göre de ideoloji ve ideolojik sendikacılık, kaçınılması gereken bir durumdur. Anayasa, sadece sendikalar için değil, herkes için ideolojik davranmayı engelleyecek, tüm örgüt ve kurumları disipline edecek bir mantık izlemiş, bu mantığa uygun hükümler getirmiştir. Anayasa Komisyonu Sözcüsü’ Şener Akyol’un anlatımına göre:

“Arz etmek istiyorum ki, bir meselenin üzerinde şiddetle, Heyetimiz ve kamuoyu adeta bir çeşit baskı altında tutulmak istenmektedir. “Eğer check-off sistemi olmazsa sendikalar ideolojik yöne saparlar.” denmekte. Herkesi müsterih kılmak istiyorum ki, bu Anayasa ile artık, ideolojik davranma, sadece sendikalar için değil, herkes için, bu arada bizim de mensubu olduğumuz üniversiteler içinde de her türlü birimde, her türlü mikroorganizmada imkansız hale getirilmek istenmiştir. (…) Bir noktaya daha işaret etmek istiyorum: Anayasamızın kabul edilen bütün maddelerinde bir mantık izlenmiştir; dernekler, vakıflar, kooperatifler, sendikalar, siyasî partiler, meslek kuruluşları için aynı ölçekleri kullandık, aynı disiplini uyguladık (…).” (Akyol, 1982:600)

İdeolojik sendikacılık suçlaması, karşılığını 1982 Anayasası’nda bulmuştur. 1982 Anayasası’nın 52. maddesi, Danışma Meclisi’nde dile getirilen eleştirilere, sunulan alternatif önerilere karşın sendikalara siyaset yasağı getirmede ısrar etmiştir.[22] Sendikacılara siyaset yasağı getiren Anayasa maddesi, 52. madde ile de sınırlı kalmamıştır. Anayasa’nın 69. maddesi siyasi partilere sendikalarla ilişkiyi yasaklamış, 82. madde ise milletvekili olanların sendikaların yönetim ve denetim kurullarında görev almalarına yasak getirmiştir. Anayasa’nın 52. maddesinde yer alan siyaset yasağı 2821 sayılı Yasa’nın 37. maddesinde tekrarlanmış, yasak, 26.06.1997 tarih, 4272 sayılı Yasa’nın 2. maddesiyle kaldırılana kadar yürürlükte kalmıştır.

2822 sayılı Yasa’nın Milli Güvenlik Konseyi’nde görüşülmesi aşamasında yapılan tartışmalara bakıldığında, sık sık geçmişte yaşanan olayların örnek gösterildiği, özellikle Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nun (DİSK) temsil ettiği düşünülen bir sendikal anlayışa karşı önlem alma çabasının ön plana çıktığı görülmektedir. Bu çabanın sözcülerinden biri ise Türk-İş yöneticisiyken 12 Eylül Bülent Ulusu hükumetinden Sosyal Güvenlik Bakanlığı yapan Sadık Şide olmuştur. Şide, Milli Güvenlik Konseyi toplantısında açık açık DİSK’i suçladığı konuşmasında şöyle demektedir:

“Geçmişte işverene şöyle davranışlarda bulunuldu; ‘Sonuna kadar direnin, her çalışılmayan gün için 6 milyon lira’ dendi, kasalarını açtı. Bu ne kadar kanunî idi bilmiyorum. O adeta grevleri, ve lokavtları sürdüren sebeplerden oldu; yanlış birtakım harcamalar oldu, ama vakıadır, cereyan etti. Özellikle MESS’de oldu bu. DİSK’i böyle, işte ‘MESS’i de ortadan kaldıracağız’ gibi meydanlara sürükleyen hadiselerden biridir. Umarım bundan sonra daha disiplinli gidecektir. Arz ederim.” (Şide, 1983:88)

Sendika kurucularında aranacak nitelikleri düzenleyen 5. maddede sıralanan özel koşullar, 9. maddede sendika yönetim kurulu üyelerinin görev sürelerinin dört dönemle sınırlandırılması, sendikalara getirilen siyaset yasağına örnek olarak verilebilir. Milli Güvenlik Konseyi’nde özellikle sendika yöneticilerinin görev sürelerini dört dönemle sınırlayan 9. madde tartışılırken “iyi sendikacı”, “kötü sendikacı” anlayışı ön plana çıkmıştır. Gerçekten de tartışmalarda, Milli Güvenlik Konseyi Genel Sekreteri Orgeneral Nejdet Üruğ tarafından bir grup sendikacı “gedikli”, sendikaların “başına konan” kişiler olarak tanımlanıp suçlanmışlardır:

“Efendim, tabii sendikalar da bundan rahatsız şimdi. Sayın Şide’yi, özür dileyerek huzurunuzda tenzih öderim efendim ama, bir gedikli sendikacılık vardır ve başına konmuşlardır. Tabi hepsi Türk-İş gibi değil; ama bir DİSK tecrübesi geçirdik. 25 senelik sendikacılar vardır, hepsi emeklidir efendim. Hepsi emeklidir, 25 senedir sendikacıdır ve DİSK’i bu hale getiren bu sendikacılardır, bu liderilerdir; bugün 68 kişi. Buna manii olmak için koyduk biz bu prensibi. Bu prensip çok doğrudur; fedakarlık edilmemesi gereken bir prensiptir. Bunun için efendim, üç, beş veya on tane sendikacı biraz daha fazla hizmet etsin gibi bir görüşle prensibi feda etmemek gerekir. Bunu arz ediyorum efendim.” (Üruğ, 1983:164)

İyi sendikacı olarak görülüp, yönetimde daha fazla kalması istenenler ise dönemin Sosyal Güvenlik Bakanı Türk-İş yöneticisi Sadık Şide tarafından “memleketimizin çok sıkıntılı zamanlarında topluluğu dizginleyenler” olarak tanımlanmış, bu sendikacıların “Türk iş topluluğunun dengesini” sağladıkları, “akıl unsuru ve tecrübeyle belli ölçüde dizginleri tutanlar” oldukları ileri sürülerek “yerine gelecek gençlerin biraz daha hırslı, heyecanlı ve maalesef zaman zaman akıl ve mantığı hakim kılamayacak kişilerden oluşmasından korkarım” (Şide, 1983:159) denilmiştir.

Sendikalar üzerindeki siyaset yasağı, yasağın bulunduğu her dönemde, sendikaların siyasi iktidarın politikalarını olağan faaliyetleri çerçevesinde eleştirmeleri, siyasi iktidarla farklı düşünmeleri durumlarında bir tehdit olarak kullanılmıştır. (Gülmez, 1989:85)[23] Örneğin, 5018 sayılı Sendikalar Yasası’nın yürürlükte olduğu dönemde, Tekstil ve Örme Sanayii İşçileri Sendikaları Federasyonu’nun 1950-51 yılı pamuk ürünlerinin dış piyasadaki fiyat dalgalanmaları nedeniyle fiyatlarının yükselmesi üzerine, depolardaki pamuklar dahil, pamuk ürünlerinin ihraç edilmesine karşı çıkıp, bu durumun içeride işsizliğe yol açacağını ileri sürerek ihracatın durdurulması için kampanya yürütmesi, aynı sendikanın 1953 yılında yapmış olduğu bir açıklamada “Türk vatandaşlarını yerli malı kullanmaya teşvik etmesi” (Tuna, 1962:120) sendikaların siyaset yaptığı suçlamasını da beraberinde getirmiştir. Benzer bir durum 1987 yılında da yaşanmış, 1987 yılında yapılan halk oylamasında Türk-İş’in hazırlamış olduğu broşürü dağıtmalarından dolayı siyaset yasağına aykırı davranmaktan sendikacılar hakkında dava açılmış ve yargılanmışlardır.[24] Sendikacılar, siyaset yasağına aykırı davranma suçlamasından aklanmış, 37. maddede getirilen siyaset yasağı yukarıda belirtilmiş olduğu gibi 26.06.1997 tarih, 4272 sayılı Yasa’nın 2. maddesiyle yürürlükten kaldırılmıştır.

Yapılan bu yasal değişikliğe karşın, ideolojik sendikacılık yapılıyor suçlaması ve bu suçlamanın yaratmış olduğu ürküntü ortadan kalkmamıştır. Bazı sendikalar bu kez de AK Parti hükumetinde Başbakan Yardımcılığı görevini yürüten Bülent Arınç tarafından 12 Eylül 2010 tarihinde yapılan referandum sırasında ideolojik sendikacılık yapmakla suçlanmıştır. Çarpıcı olan ise aynı referandumda siyasi iktidarla benzer görüşü savunan sendikaların övülüp, karşı görüşü savunan sendikaların ideolojik sendikacılık yapmakla suçlanmış olmalarıdır. Bu yaklaşıma göre, siyasi iktidarla aynı çizgi doğrultusunda kampanya yürütmek ideolojik bir tutum değil, aksini savunmak ideolojik sendikacılık yapmak anlamına gelmektedir. (Arınç, 2010)[25]

Diğer yandan sendikal örgütlenme eğilimlerini belirlemek amacıyla eğitimci kadınlar arasında, Ayşe Ulutaş-İnci Sönmez tarafından Eskişehir’de yapılan araştırmada sendikanın en iyi tanımı araştırılırken %17’si “ideolojik örgütlenmeler” demiş, aynı araştırmada sendikaya üye olmama sebebi olarak sendikaların üyelerine ideolojik ve siyasi baskılar yaptığı gerekçesini benimseyenlerin oranı %28 olarak belirlenmiştir. (Ulutaş/Sönmez, 2011:37, 38)

Tarihsel süreci, yukarıda yer vermiş olduğumuz örnekler ışığında özetlemek gerekirse, ülkemiz özelinde yasa koyucu, sendikaların demokratik baskı grubu olma özelliklerini görmezden gelmiş, endişelerinden kurtulamamış, sendikal özgürlükleri olabildiğince kontrol edebileceği bir yasal çerçevede tanımlama ve tanıma gayreti içerisinde olmuştur. Yasa koyucu hak verdiği aşamada ise bunu sendikal faaliyeti belirli koşulları taşıyan sendikalara yine Yasa’da belirtilen belirli koşullarda toplu iş sözleşmesi yapma, greve başvurma hakkına indirgemiştir. (Mahiroğulları 2001:167)[26]

275 sayılı Yasa Meclis’te kabul edilmeden çok kısa bir süre önce yapılan ve azgelişmiş ülkeler olarak gruplandırılan Pakistan, Endonezya, Brezilya, Arjantin, Şili, İsrail ve Türkiye’yi ele alan akademik bir araştırma, sendika toplu iş sözleşmesi ve grev hakkından doğan endişelerin, Türkiye benzeri az gelişmiş ülkelerin ortak kaygısı olduğunu göstermiştir.[27] (Galenson, 1965:55)

7 Kasım 2012 tarihinde yürürlüğe giren ve 2821, 2822 sayılı yasaları yürürlükten kaldıran 6356 sayılı Yasa, reform adı  altında 2012 yılında kamuoyuna sunulmuştur. Tüm reform iddialarına karşın 6356 sayılı Yasa’da da, yürürlükten kaldırmış olduğu yasalardaki sendikal hakların kullanımını engelleyen yasaklar sürdürülmüş, sadece kısmi iyileştirmeler yapılmakla yetinilmiştir.

Yasa genel olarak değerlendirildiğinde, kendisinden önceki yasa değişikliklerinde olduğu gibi uygulamada çok fazla yakınma konusu olan birkaç soruna sistemin özüne dokunmadan çözüm getirmeye çalıştığı görülmektedir.

Türkiye’de 1909 yılında yürürlüğe giren Tatil-i Eşgal Kanunu’ndan günümüze kadar, Batı’da olduğu gibi, sendikaların, yasal müdahalelerle yönlendirilmeden, kendi iç dinamikleri ve kendi özgünlükleri içerisinde gelişip, kendilerini var etmelerine izin verilmemiştir. Sendikaların dışarıdan müdahale olmadan kendi iç dinamikleriyle gelişmelerinin istenilen, arzulanan bir şey olduğu vurgulanmış, (Eyrenci, 1987:127, Ekonomi, 1990:31)[28] bazı Batı ülkelerindeki tarihsel gelişim örnek gösterilmiş, ancak ülkemizde bu gelişimin ısrarla güçsüz sendikaları var ettiğinin altı çizilmiştir.

İşkolu sendikaları aracılığıyla sendikaların merkezileşmesi sağlanmaya çalışılırken, toplu pazarlığın merkezileşmesinin önü kapatılmış, işkolu düzeyinde örgütlenmek zorunda olan ancak toplu pazarlık birimi olarak işyeri veya işletme düzeyini aşması yasal olarak engellenmiş bir sendikal hareket yaratılmıştır. Sendikaların serbestçe, istedikleri düzey ve ölçekte örgütlenememesi sendika içi demokrasinin kurumsallaşamamasının nedenlerinden biri olmuştur.

Sendika çokluğu ilkesi, sendika özgürlüğünün bir uzantısı ve işçilerin özgürce sendika seçme hakkının temel ilkelerinden biridir. İşçilerin sendika seçme özgürlüğünün bulunduğunu söyleyip, sonra da onları tek bir sendikaya üye olmaya zorlayan bir sistem sadece sendika çokluğu ilkesine aykırı olmayacak, sendika özgürlüğünü de zedeleyecektir.

Dolayısıyla sorun, yasa koyucunun tek bir sendikal örgütlenme biçiminde ısrarcı olmasından kaynaklanmaktadır. İşkolu ve işyeri sendikacılığı aslında birbirini tamamlayan, birbirine bağlı iki örgütlenme düzeyidir. Bunlardan birinin var edilip diğerinin yok edilmeye çalışılması sendikal yapıyı sakatlamaktadır. Sadece işyeri sendikalarına izin verilmesi sendikal hareketin dağınıklığını, dağılarak güçsüzleşmesini doğururken, sadece işkolu sendikacılığına izin verilmesi de oligarşik sendikal yapıları doğurmaktadır. İşçilerin kendi deneyimleri temelinde kendi örgütlülüklerini yaratmalarına karışılmadığında, işyeri düzeyinde başlayıp bölgesel federasyonlara, oradan konfederasyonlara ve işkolu sendikacılığına doğru evrimleşen, merkezileşirken demokratikleşmeden ödün vermeyen sendikal yapıların ortaya çıktığı, Türkiye’nin 1946-1980 pratiğinin de göstermiş olduğu bir gerçekliktir.

Yasa koyucu 6356 sayılı Yasa’da da işkolu barajlarında ısrar etmiştir.  Üstelik Yasa ile sendikalar arasında Ekonomik Sosyal Konsey’e üye olanlar, belirli tarih aralığında kurulmuş olanlar arasında eşitsizlik yaratarak “makbul sendikaları”nı korumaya almakta direnmektedir.

Makbul sendikaları kollama, bu tanıma uymayanları “marjinal sendika” olarak dışlama anlayışı, yeni Yasa’nın görüşülmesinde de nirengi noktası olmaya devam etmiştir. Ancak bu kez konuyu dile getirme görevi devlet yetkililerine değil işveren örgütlerine düşmüştür. İşkolu sendikacılığında ısrar etmenin, işkolu ve işyeri barajları getirmenin altında “makbul sendikaların” korunması isteminin bulunduğu, asıl korkunun kontrol edilemeyen sendikaların doğması endişesi olduğu, bu kez Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) yöneticileri tarafından dile getirilmiştir. Yasa, TBMM Sağlık, Aile, Çalışma ve Sosyal İşler Komisyonu’nda görüşülürken TOBB temsilcisi, işkolu barajının düşürülmesiyle “marjinal” sendikaların yetki alabileceklerine ve iş barışının bozulacağını dile getirmiştir.[29]

Sonuçta, işkolu sendikacılığında, çifte baraj uygulamasında belgelere dayalı yetki belirleme sisteminde, toplu pazarlık birimini işyeri/işletme olarak belirlemede, grev ertelemesi adı altında grev yasaklamada, grev tanımı ve grev yasakları konusunda Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) standartlarını, ILO Sendika Özgürlüğü Komitesi (SÖK) kararlarını görmezden gelmede ısrar eden bir yasa ortaya çıkmıştır. 6356 sayılı Yasa’nın, 2822 sayılı Yasa’nın sistemini aynen koruyarak, bu sistemin uygulandığı 30 yıllık dönemin yarattığı sorunlara çözüm üretemeyeceği açıktır.

III.3.Toplu İş Sözleşmesi Yapması, Yetki Barajlarıyla Engellenmiş Sendikacılık

Toplu iş sözleşmesi yaparak üyelerine ekonomik ve sosyal haklar sağlamak, sendika hakkının var oluş biçimlerinden birisi, belki de onu görünür kılan en önemli unsurudur. Sendikaların, ortaya çıktıkları ilk dönemlerden itibaren, gelişip kurumsallaştıkları, etkinliklerini çeşitlendirdikleri, demokratik baskı grubu niteliklerinin kabul edildiği, bazı ülkelerde ise siyasetle ve desteklediği partinin iktidara gelmesi halinde de iktidarla organik ilişkisinin bulunduğu bilinmektedir. Bu süreç içerisinde, “Batı ülkelerinde dahi bir sendikanın en başta gelen ve en etkili faaliyeti toplu iş sözleşmesi yapmak” olmuştur. (Çelik, 1974:224)

Toplu iş sözleşmesi konusunda Türk sendikacılarının algısı da Batı ülkelerinden farklı değildir. Türk-İş Genel Sekreterliği, daha sonra Türk-İş Başkanlığı da yapmış olan Halil Tunç, sendika özgürlüğünden ve toplu iş sözleşmesi hakkının bu özgürlükle olan ilişkisinden söz ederken, toplu iş sözleşmelerini “sendikaların şah damarı” (Tunç, 1974:374) olarak nitelemiştir. Tunç’a göre: “Toplu sözleşme hakkından, grev hakkından yoksun bir sendikacılık hareketine, sendikacılık hareketi demeye imkân yok. Çünkü toplu sözleşmeler, sendikaların şah damarıdır. Şah damarı olmayan bir hareket başarılı olamaz. Toplu sözleşmeyi sınırladınız mı, toplu sözleşmeyi kaldırdınız mı sendikaların şah damarını kesmiş sayılırsınız. Onun için iki müesseseyi birlikte mütalaa etmek gerekir. Sendikacılığın var olduğu yerde sözleşme vardır. Sözleşmenin var olduğu yerde sendikacılık vardır.” (Tunç, 1974:374)

Öğretide de bu konunun üzerinde durulmuş, Türkiye’de sendikaların en önemli etkinliklerinin toplu pazarlıkta yoğunlaştığı, sendikaların üyelerinin haklarını koruyup geliştirmeyi en önemli çalışma konusu olarak kabul ettikleri vurgulanmıştır. Bu nedenle, Türk sendikaları için toplu pazarlık yetkisini almanın ya da kaybetmenin hayati bir önem taşıdığı dile getirilmiştir.[30]

Bilindiği gibi, toplu iş sözleşmesi hakkının işlevsel olabilmesi, toplu iş sözleşmesinde işçileri temsil edecek güçlü bir işçi örgütünün veya sendikanın var olmasına sıkı sıkıya bağlıdır. Bir başka anlatımla; işçilerin ekonomik, sosyal hak ve çıkarlarının güçlü bir şekilde korunabilmesi ve geliştirilebilmesi için, toplu iş sözleşmesi sisteminin “demokratik kurallara uygun olarak işçilerin çoğunluğunu temsil edecek örgütün veya sendikanın temsilci olmasını sağlaması gerekir. Böyle bir sistemde birden fazla örgütün veya sendikanın çoğunluğu temsil etmesi halinde, bunların arasından en fazla temsil gücüne sahip, dolayısıyla en güçlü  olanın temsilci olarak belirleneceği açıktır.

En güçlü sendika tanımının içerisinde, diğer etkenlerin yanında ekonomik olarak güçlü olmak da önemli bir unsur olarak yer almaktadır. Dolayısıyla sendikanın maddi yönden güçlenmesi toplu iş sözleşmesi yapmasına ve dolayısıyla yetki kazanmasına bağlıdır. Sendikanın üye yapabilmesi, yaptığı bu üyelerden aidat toplayarak gelir elde etmesi ve bu yolla güçlenmesi işyerlerinde yetki almasıyla doğrudan bağlantılıdır. (Çelik, 1974:224)

Toplu iş sözleşmesi yetkisinin belirlenmesi, özgür toplu pazarlığın başladığı 1963 yılından günümüze kadar mevcut toplu pazarlık sisteminin en önemli konularından ve sorunlarından birisini oluşturmuştur. 2821 ve 2822 Yasa döneminde uygulanan toplu iş sözleşmesi sistemi, başlangıçta kendisinden önceki yasa döneminde yaşanan sorunları çözeceği, toplu iş sözleşmesi yetki sistemi özelinde yetki almayı kolaylaştırıp basitleştireceği, sahtecilikleri engelleyeceği iddiasıyla yürürlüğe girmiştir.

Bu iddialı çıkışa rağmen uygulama, 12 Eylül darbesi koşullarında kurgulanan yetki sisteminin başlı başına bir sorun olduğunu çok kısa süre sonra göstermiştir. Uygulamada sorunlar ortaya çıktıkça, yetki sistemine yönelik eleştiriler de artmıştır. Bu haklı eleştirilerde, yetki sisteminin darbe koşullarının bir ürünü olduğu, sendika, toplu pazarlık ve grev hakkına ilişkin uluslararası sözleşmelere aykırı hükümler içerdiği, kolektif hakların içini boşalttığı ifade edilmiştir.

2822 sayılı Yasa’nın benimsemiş olduğu yetki sisteminde, toplu iş sözleşmesi ehliyeti sadece sendikalara tanınmıştır. Söz konusu yasanın benimsemiş olduğu yetki sistemindeki hâkim yaklaşım, güçlü sendikacılığın yaratılması için sendika sayısını azaltarak sendikal hareketi merkezileştirmek, bu amaçla toplu iş sözleşmesi ehliyetini her sendikaya değil, güçlü merkezileşmiş sendikalara tanımaktır.

Toplu iş sözleşmesi ehliyeti alanının bu şekilde daraltılmasına bağlı olarak, toplu iş sözleşmesinin düzeyi de işyeri ve işletme olarak daraltılmış, toplu iş sözleşmelerinin düzen sağlama işlevi ön plana çıkarılmıştır.

Yetkili sendikanın belirlenmesinde 1980 öncesi dönemde olduğu gibi salt çoğunluk ilkesi korunmuştur. Yetki belirleme süreci, odağında Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın bulunduğu bir merkezden, ayrıntılı yasal düzenlemelerle şekillendirilerek belirlenmiştir. Bu yolla kirli sendikal rekabetin önünün alınacağı, sahtecilik iddialarının ortadan kalkacağı umulmuştur.

Toplu iş sözleşmesi yetkisinin belirlenmesi süreci, sözde basitleştirilmeye çalışılmıştır. Ancak, bu yapılırken toplu iş sözleşmesi imza sürecinin hemen her aşamasına özellikle hak düşürücü sürelerle yaptırım getirilmiş, özel usullerle takibi gereken bir yetki belirleme sistemi doğmuştur.

Uygulamada karşılaşılan yeni sorunlar, 2821 ve 2822 sayılı Yasalarla kurgulanan toplu iş sözleşmesi yetki sisteminin, geçmişten gelen sorunlara çözüm üretemediği, kendisinin başlı başına bir sorun haline geldiği yargısını her geçen gün güçlendirmiştir. Hatta, büyük bir kısmı taslak ya da tasarı aşamasında kalmış olsa da, 2821 ve 2822 sayılı Yasalar neredeyse sürekli yasal değişikliklerin konusunu oluşturmuş ve son olarak da 6356 sayılı Yasa ile yürürlükten kaldırılmıştır.

Ne yazık ki yeni 6356 sayılı Yasa da kendisinden önceki 2821 ve 2822 sayılı Yasalar gibi, korkularını aşamayan bir yasa olarak şekillenmiştir. Toplu iş sözleşmesi alanının devlet eliyle, devletin izin verdiği ölçüde ve yine devletin belirlediği sendikalar aracılığıyla şekillendirilmesi yeni 6356 sayılı Yasa ile de sürmüştür.

Toplu iş sözleşmesi yetki sistemi, sendikaların örgütlenmesinde kilit bir rol oynamaktadır. Birçok sendikacıya göre sendikaların üye kayıplarının ve yeni işyerlerinde örgütlenememelerinin nedeni, uzayan yetki tespiti sürecinde sendikalı oldukları işverence öğrenildiği, ancak sendikal örgütlülüğün korumasından yaralanmaları olanaksız olduğu, bireysel sendika özgürlüğünü koruyan yasal düzenlemelerin yetersiz olduğu için  işçilerin güvencesiz kalmalarıdır.[31] Sendikaların var olan üyelerini koruyamamaları, yeni üye yapmakta zorlanmaları, sadece yetki tespit işlemlerinin karmaşıklığı, sürecin uzunluğuyla açıklanamaz. Ancak toplu iş sözleşmesi yetki sisteminin çok önemli bir faktör olduğunu yadsımak da olanaklı değildir. Üstelik yetki aşamasında yaşanan üye kayıpları, diğer nedenlerden önemli ölçüde farklıdır.

Toplu iş sözleşmesi yetki başvurusu aşaması, işçilerin açıkça sendika tercihlerini ortaya koydukları bir aşamadır. Bu aşamada, işçiler sendika üyeliği konusunda ikna olmuş, olumlu olumsuz yanlarıyla sendikalarını kabul etmişlerdir. Yetki tespit başvurusu aşamasına geldikten sonra, sendikaların kaybettikleri üyeleri, sendikalara güvensizlik, işçilerin sendikalara uzak durmaları, değişen ekonomik koşullar gibi nedenlerle açıklamak olanaklı değildir. Bir anlamda sendikalar, kendilerini kabul ettirerek sendikalaşmanın önündeki engelleri aştıkları bir aşamaya ulaşmışlardır. İşçiler ise bu aşamada sendikalaşma haklarını kullanarak risk almış, tüm olumsuz söylemlere karşın tercihlerini sendika üyesi olarak netleştirmişlerdir.

Yetki tespitine ilişkin başvuru sürecinin tamamlanmasıyla sancılı işleyen zor bir aşama tamamlanmış olur.  İşçilerle görüşme, ikna süreci, noter aşaması gibi emek ve ciddi giderler gerektiren bir süreç yaşanmış, hem sendika hem işçiler kendi iç hukuklarını karşılıklı olarak oluşturdukları noktada buluşmuşlardır.

Dolayısıyla toplu iş sözleşmesi yetki başvurusundan sonra sendika üyeliğinin kaybedilmesi, olağan üye kayıplarından farklı, işçi ve sendikacının canını yakan bir süreçtir. İşini yitiren, sendikal örgütlenmeye, hatta hukuk sistemine inancını yitiren, umudu kırılan işçi, emekleri yok olan sendikacı ortaya çıkmaktadır.

Yetki süreci, sendika hakkını soyut bir hak düzleminden işçinin yaşamına taşıyan bir süreç olması açısından önemlidir. Toplu iş sözleşmesi aracılığıyla sendika hakkını kullanan işçi, elde etmek istediği yarara ulaşmaktadır. En genel anlamda işçi sendikalaşarak güçlü işveren karşısında korunma gereksinimi için attığı adımı, korumanın çerçevesini toplu iş sözleşmesiyle belirleyerek işlevli kılmaktadır. Bu nedenle de toplu iş sözleşmesi yetki belirleme sürecinin, hassas dengeleri gözetmesi, kısa, hak kaybına neden olmayan, koruma amacına hızla ulaştıran bir süreç olması zorunludur. Bu zorunluluk sendika ve toplu iş sözleşmesi hakkının doğasından kaynaklanmaktadır.

Toplu iş sözleşmesi yetki sürecinin uzaması, işçilerin sendika hakkını kullanarak elde etmek istedikleri hukuki yarardan uzaklaşmaları, çoğunlukla da ulaşamamaları anlamına gelmektedir. Toplu iş sözleşmesi yetki sürecinin uzamasıyla sendika üyeliğinin korunamaması arasında doğrusal bir ilişki bulunduğu, yetki belirleme süreci uzadıkça sendika üyeliğinin korunmasının zorlaştığına ilişkin gözlemler sadece Türkiye için geçerli değildir. Bu konuda yapılan araştırmalar, uygulanan yetki sürecinin türünün, yetkili sendikanın belirlenmesinde belirleyici etkisinin olduğunu ortaya koymaktadır. (Johnson, 2002:344) Yapılan bir araştırma ABD ve İngiltere’de sendikaların daha kısa sonuç veren “üyelik onayı”[32] (Cardcheck) sistemini, işverenlerin ise oylama sistemini desteklediklerini göstermiştir. Sendikalarla işverenlerin bu konuda farklı tercihlerinin olması her iki sistemin yarattığı sonuçlarla ilgilidir. Nitekim işverenler oylama sistemini, “üyelik onayı” sistemine göre yetki belirleme süresini uzattığı için desteklemekte, işçi sendikaları ise ‘üyelik onayı” sistemine yetki belirleme süresini kısalttığı için destek vermektedirler. (Johnson,2002:344)

İki ülkeyi karşılaştıran bir başka araştırmanın da benzer sonuçlara ulaştığı görülmektedir. Bu araştırmaya göre ABD’deki işverenler Kanada’ya göre daha fazla örgütlenme karşıtı davranışlar içerisine girmekte, daha fazla haksız işyeri uygulamalarına başvurmaktadırlar. Bu tür uygulamalar ise ABD’de ilk toplu iş sözleşmesi görüşmesi yapma süresini ve sendikanın yetki alabilme olanağını önemli ölçüde etkilemektedir. “ABD’deki işverenler yetki seçim sonuçlarına itiraz ederek ve seçim süresini uzun tutarak, bu süreç içerisinde sendika karşıtı politikalarının daha uzun bir sürece yayılmasını sağlayabilmektedirler.” (Urhan, 2005:78)

Toplu iş sözleşmesi yetkisinin oylama yöntemiyle belirlendiği sistemlerde işverenlerin sendikasızlaştırma için başvurduğu yöntemleri ve yetki belirleme süresiyle işveren davranışı arasındaki etkileşimi belirlemeye dönük yapılan bir araştırma, sendikaların yetki alabilmesinde yetki sürecinin kilit bir faktör olduğu sonucuna ulaşmıştır. (Riddell, 2001:409) Araştırma, yetkili sendikanın oylama yoluyla belirlendiği ABD’de, seçim sürecinin aşırı ölçüde uzayabildiğini, bu uzamanın işverene örgütlemeyi engellemek için fırsatlar sunduğunu göstermiştir. Araştırmanın özet sonuçlarına göre, yetkili sendikayı belirleme süresinin katı zaman limitlerine bağlanması, örgütlenme sürecinde işçilerin seçimlerini özgürce yapabilmelerine, işveren etkilerinden kurtulmalarına olumlu katkılar sunmaktadır. Aksine yetkili sendikanın belirlenmesi süresinin uzamasıyla işverenlerin sendikasızlaştırma yöntemleri birleştiğinde, sonuçları sendika ve üyesi işçiler açısından yıkıcı olabilmektedir. Araştırmanın yapıldığı zaman dilimi içerisinde işverenlerin, uzun zamana dayalı oylama süreçlerinin çok önemli bir bölümünde sendikaları yetkisizleştirmede ve örgütlenmeyi engellemede başarılı oldukları gözlemlenmiştir. Araştırmada, Kanada ve ABD’deki sendikalaşma oranları arasındaki farkın yetki sürecinin ABD’de çok fazla uzayabilmesiyle açıklanabileceği iddiası da ileri sürülmüştür. (Riddell, 2001:409)

Benzer sonuçları, Türkiye’de uygulanan toplu iş sözleşmesi yetki sistemi için de söyleyebiliriz. Türkiye’de kağıt, petrol kimya-lastik, metal, tekstil sektörlerinde yapılan yetki başvurularından hareketle, eğilimler şöyledir: 1992-2009 yılları arasında bu dört sektörde örgütlü sendikaların kazanmış olduğu 867 yetki davasından sadece 281 işyerinde toplu iş sözleşmesi imzalanabilmiştir. Yüzde olarak ifade etmek gerekirse, sendikaların yetki davalarını kazandıkları işyerlerinde, toplu iş sözleşmesi yapabilme oranları %38 olmuş, işverenler yetki davası kazanılan işyerlerinin %68’inde, sendikal örgütlenmeyi açtıkları davalarla uzattıkları yetki süreci sayesinde sendikasızlaştırmayı başarıyla yürütmüşlerdir.[33]

Sendikaların güç kaybının tek ölçüsü, yaşadıkları üye kaybı değildir. Hem üye kaybeden hem de her geçen gün işveren insafına kalan, ödün pazarlığı içerisine hapsolan bir sendikal hareketin doğmuş olması da sendikal güç kaybının çok önemli bir göstergedir.

İşverenler için, yetki tespitlerine itiraz, sendikaları ödün pazarlığına zorlamanın en önemli araçlarından birisi haline gelmiştir. Öyle ki itiraz etmeyen işveren itiraz etmemesinin karşılığını toplu pazarlık aşamasında ödül olarak almak istemiştir. Beklediği ödülü alamadığı zaman bir sonraki toplu iş sözleşmesi döneminde yetki tespitine itiraz edeceğini peşinen ilan etmiştir. İkna edemediği durumlarda da bir sonraki toplu iş sözleşmesi yetki tespitine itiraz etmiştir. İçinde bir talep ve tehdidi içeren bu taktik çoğu zaman başarılı olmuştur. Çünkü sendikalar bu ödünü vermediklerinde bir sonraki dönemde işverenlerin “yetkiye itiraz”  etmeleri durumunda, katlanmak zorunda kalacakları sonucun çok daha olumsuz olacağını bilmektedirler. Nitekim incelediğimiz sektörlerin tamamında, 1992-2009 yılları arasında yapılan itirazların sendikaların lehine sonuçlandığı, ancak işyerlerinin ortalama %27’sinde toplu iş sözleşmesi yapılabildiği görülmüştür. Bu veriler, sistemin sendikaları işverenlere ödün vermesi konusunda nasıl zorladığını göstermesi bakımından önemlidir.

III.4. İmzalanan Toplu İş Sözleşmelerini Korumasına İzin Verilmeyen Sendikalar

Sendikal haklar içerisinde toplu iş sözleşmesi hakkı, sistemle uzlaşmanın belgesi olması açısından önemlidir. Bu hak bireysel sözleşme hakkından, içinde yer alan toplu iş sözleşmesi özerkliğiyle farklılaşmıştır. Toplu iş sözleşmesi özerkliğini içinde barındıran toplu iş sözleşmesi hakkı, devletin kendisinin karışmadığı bir alanda taraflara vermiş olduğu düzenleme yetkisiyle, devletin kural koyma yetkisini sınırlar ve kendisine bırakılan bu alan içinde koyduğu kurallarla kamu gücünü de bağladığı gibi, üçüncü şahıslara karşı da ileri sürülebilir. (Ulucan, 1981:82)[34]

Bir başka anlatımla toplu iş sözleşmesi özerkliği en genel anlamda, işçi ve işverenlerin karşılıklı sorunlarını devletin kendilerine terk ettiği bir alanda bağlayıcı kurallar koyarak çözebilme erkini ifade etmektedir. (Kılkış, 1993:60)

Bu erki kim, nasıl kullanacaktır? Bu sorunun yanıtı, toplu iş sözleşmesi özerkliğinin, sendika, toplu iş sözleşmesi ve grev hakkının bir uzlaşı sonucu ortaya çıktığı gerçeği içerisindedir. Uzlaşmanın bir tarafında işçilerin haklarının etkin bir şekilde korunması, diğer ucunda ise düzenin kargaşaya bırakılmadan devamının sağlanması, kısaca verili düzenin korunması amacı yer almaktadır. Toplu iş sözleşmesi hakkının işlevleri de bu çerçeve içerisinde tanımlanmıştır. Nitekim “Genel kuram açısından, toplu iş sözleşmesinin üç işleve sahip olduğu kabul edilir: Çalışma ilişkilerini düzenleme işlevi (düzenleme işlevi); işçiyi, kendisine nazaran daha güçlü bir konumda bulunan işverene karşı koruma (koruma işlevi); toplu iş sözleşmesi süresi boyunca hükümlere uyulması; çıkar uyuşmazlıkları çıkarılmayarak özellikle grev ve lokavta başvurmama (barış işlevi).” (Sur, 1991:46) Bazı yazarlarca da iş barışı sağlama işlevine özellikle vurgu yapılmış, bu işlevi gerçekleştirmenin toplu iş sözleşmesinin niteliğinden doğan bir “yükümlülük” (Esener, 1978:422)[35] olduğunun altı çizilmiştir.

Toplu iş sözleşmesinin barış işlevinin taraflara getirdiği yükümlülük ise “relatif barış yükümlülüğü” (nispi) ve “mutlak barış yükümlülüğü” (Akçaylı, 1978:59) olmak üzere iki boyutta ele alınmıştır. Nispi barış yükümlülüğü, toplu iş sözleşmesinin doğasından kaynaklanmaktadır. Taraflar böyle bir yükümlülük altında olduklarını belirtmemiş olsalar da sözleşmede yer alan konularda o sözleşmenin yürürlük süresince taraflara grev ve lokavt yasağı getirmektedir. Nispi barış yükümlülüğü sözleşmede belirtilmesi gerekmeyen, toplu iş sözleşmesine bağlı sınırlı bir yükümlülüktür. Mutlak barış yükümlülüğü ise sadece toplu iş sözleşmesinde düzenlenen konularla bağlı olmaksızın, toplu iş sözleşmesinin dışında kalan konular dahil, taraflara toplu iş sözleşmesi süresi içerisinde mutlak anlamda grev ve lokavta başvurmayı yasaklayan bir yükümlük olarak tanımlanmıştır. Nispi barış yükümlülüğünden farklı olarak mutlak barış yükümlülüğünü, mutlaka tarafların yazılı bir anlaşmayla kararlaştırmış olmaları gerekmektedir. (Akçaylı, 1978:69-79)

Toplu iş sözleşmesiyle getirilen barış yükümlülüğünün aslında mutlak değil nispi bir yükümlülük olduğu, bu yükümlülüğün toplu iş sözleşmesinin yürürlük süresi içerisinde uygulanmasını esas almak zorunda olduğu, toplu iş sözleşmesini uygulanmaz hale getirecek ya da değiştirilmek zorunda bırakacak eylem ve etkinliklerden uzak durmayı zorunlu kıldığı açıktır. Kısaca, “toplu iş sözleşmesi ile getirilen düzenin” toplu iş sözleşmesinin yürürlük süresi içerisinde grev ve lokavt gibi iş mücadelelerine karşı korunmasını ifade ettiği, bu yükümlülüğün özünde sözleşmeye uygun davranma, sözleşmeye uyma borcunun mantıki sonucudur. (Akçaylı, 1978:70)

Dolayısıyla sosyal bir hak olan toplu iş sözleşmesi hakkının tanınmasında diğer sosyal haklar gibi düzenin korunması kaygısı önemli bir rol oynamıştır.[36] Kısaca, toplu iş sözleşmesi hakkı işçilere kapitalist sistemin ve burjuva demokrasisinin kurallarına uymayı kabul etmeleri koşuluyla tanınmış bir haktır. İşçiler yaşam koşullarını iyileştirmek için güçlerini birleştirip toplu pazarlık yapabilecekler, ancak toplu iş sözleşmesinin imzalanmasıyla birlikte en azından toplu iş sözleşmesinin yürürlük süresince elde ettikleriyle yetinip düzen işlevine saygı göstereceklerdir.

Toplu iş sözleşmesinin imzalanmasından sonra işverenlerin toplu iş sözleşmeleriyle üstlenmiş oldukları yükümlülüklerini yerine getirmeyerek sağlanan barışı bozmaları 1982 Anayasası’nı hazırlayanlar tarafından iş barışının bozulması olarak görülmemiştir. Aksine, işçilerin toplu iş sözleşmesine uyulmaması nedeniyle greve başvurmaları iş barışını bozan bir durum olarak nitelendirilmiş ve “hak grevi” anayasal korumanın dışında bırakılmıştır. Anayasanın “Grev Hakkı ve Lokavt” başlıklı 54. maddesinde toplu iş sözleşmesinin yapılması sırasında uyuşmazlık çıkması halinde işçilerin grev hakkına sahip olacakları belirtilmiştir. Anayasa’nın 54. maddesinin gerekçesinde ise “Grev ve lokavt hakları sadece toplu sözleşme yapılırken uyuşmazlık çıkması halinde tanınmış; başka deyişle hak grevi yolu tıkanmıştır. Mahkemelere saygı ve çalışma barışı ilkeleri hak grevinin yasaklanmasına amil olmuştur. Bir toplu iş sözleşmesi döneminde mutlak iş barışı esası kabul edilmiştir”[37] ifadelerine yer verilmiştir.

Grev hakkının sadece toplu iş sözleşmesinin yapılması sırasında uyuşmazlık çıkması durumuyla sınırlandırılması, bu durumun dışındaki tüm grevlerin yasadışı grev kapsamında değerlendirilmesi, grevin uygulanması için sendikanın toplu iş sözleşmesi yetkisine sahip olma gerekliliğinin aranması Avrupa Sosyal Şartı’nın (ASŞ) 6. maddesine aykırıdır.

Grev hakkının toplu iş sözleşmelerinin yapılması aşmasında uyuşmazlık çıkması haliyle sınırlandırılması, imzalanmış olan toplu iş sözleşmelerini korumasız bırakmaktadır. Toplu iş sözleşmesi hükümleriyle bireysel iş sözleşmesi hükümlerinin etkinliği arasındaki farkı silikleştirmektedir.

Yürürlükte olan bir toplu iş sözleşmesinden grev baskısıyla elde edilen kazanımlar, bu baskı ortadan kalktıktan sonra yapılan protokollerle değiştirilerek geri alınması olanaklı hale gelmiştir. İşçilerin toplu iş sözleşmesiyle elde ettikleri hakları, gerektiğinde grev yaparak,  gelirsiz ve sosyal güvenlik hakkından yoksun kalmayı göze alarak elde ettiği adeta unutulmaktadır. Grevin zorlayıcı ve tarafların güçlerini eşitleyici bir işleve sahip olduğu ise dikkate alınmamaktadır. Sendikalara, toplu iş sözleşmesi konusunu oluşturan ve ödeme tarihi gelmiş alacaklar dışında bir sınırlamaya bağlı olmaksızın, işçinin toplu iş sözleşmesinden kaynaklanan haklarını protokolle ortadan kaldırma ya da sınırlama olanağının verilmiş olması, toplu iş sözleşmelerini işlevsiz bırakma tehlikesini de içerisinde barındırmaktadır.

Grev hakkının bulunmadığı koşullarda protokolle toplu iş sözleşmelerinin değiştirilmesi, toplu iş sözleşmelerinin koruma işlevini ortadan kaldıran, toplu iş sözleşmesi hakkının özüne bir müdahale niteliğindedir. Yargıtay grev hakkının bulunmadığı koşullarda toplu iş sözleşmelerinde yapılan değişikliklerin geleceğe ilişkin hüküm doğuracağını, ancak ödeme tarihi gelmiş alacakların protokolle ortadan kaldırılamayacağına karar vermiştir.[38]

Uluslararası Çalışma Örgütü Sendika Özgürlüğü Komitesi’ne (SÖK) göre, ise “Toplu iş sözleşmeleri yürürlükte iken grevin yasaklanması bireysel ve toplu şikâyetlerin incelendiği hızlı işleyen ve tarafsız bir sistemle telafi edilmesi halinde mümkündür.” (Kutal, 2012:176) SÖK, ücretleri ödenmeyen işçilerin protesto grevlerinin meşru olduğunu belirtmiştir. (Çelik, 2010:280)

Anayasa’nın 54. maddesinin gerekçesinde belirtilen durum, aşağıda görüleceği gibi, 5 Nisan 1994’te gerçek olmuştur. 5 Nisan 1994 ekonomik krizinin kamu finansman açıklarından kaynaklanan mali bir kriz olduğu konusunda krizin nedenlerine farklı açılardan yaklaşan birçok araştırmacı görüş birliğine varmışlardır. (Kazgan, 1995: 678, Berksoy, 1995:596,  Yeldan, 1994, Eser, 1995)

Kriz sonrasında GSMH %6, kişi başına düşen milli gelir %7,7 düşmüş, imalat sanayiinde %7,6, ticarette %7,5 toplam sanayide %5,7 reel daralmalar yaşanmıştır. (Baydur, 1995:29) l99l yılında destekli bütçe açığı 33,5 trilyon iken l33,9 trilyona yükselmiş, KİT açıkları l99l yılında l9,6 trilyondan l993 yılında 48,9 trilyona çıkmıştır. (Berksoy, 1995:618)

5 Nisan ekonomik krizine karşı hükümet, iç tüketimi kısmayı dolayısıyla da maaş ve ücretleri düşürmeyi, özelleştirmeyi hızlandırıp KİT’i tasfiye ederek kamu açıklarını kapatmayı hedefleyen bir programı yürürlüğe koymuştur. 5 Nisan ekonomik krizinin toplu iş sözleşmelerine ilk yansıması kendisini hükumetin kamu işçilerinin toplu iş sözleşmeleri 4. dilim ücret zamlarını 6 ay süreyle faizsiz erteleme kararında göstermiştir. 5 Nisan’da istikrar paketinin açılmasından sonra hükumet KİT’lere bir genelge göndererek kamu işçilerinin 4. dilim ücret zamlarını 6 ay süreyle faizsiz ertelemiş, bu yolla her ay 3,8 trilyon çıplak ücrete, 6,4 trilyon tutarında giyinik ücrete el konulmuş ve erteleme sayesinde 1994 yılında ödenmesi gereken toplam 16,3 trilyon net ücret işçilere altı ay sonra faizsiz ödenmiştir. Hükümet işçilere ödememiş olduğu l6,3 trilyonluk net ücreti erteleme dönemi içerisinde borçlanma yoluyla sağlamaya gitmiş olsa idi 8,2 trilyon tutarında faiz ödemek zorunda kalacaktı. l994 yılı enflasyonunun %l50 olduğu koşullarda işçilerin toplu iş sözleşmesi zamlarını altı ay sonra almaları nedeniyle ücretleri l994 yılı aralık ayında, l993 yılı aralık ayına kıyasla %39 oranında reel kayba uğradı. (Özveri, 1999:71, 72)

5 Nisan ekonomik önlemler uygulama planında destekli bütçe açığının 53 trilyon aşağıya çekilmesinin hedeflendiği anımsanırsa, hükumetin kamu işçilerinin 4. dilim ücret zamlarının ertelenmesiyle elde etmiş olduğu kaynak transferinin 53 trilyonunun %38’ine karşılık geldiği görülecektir. Bir başka ifadeyle l994 krizini aşmak için destekli bütçe açıklarının geriye çekilmesi hedefinin %35,8’ine hükumet sadece toplu iş sözleşmesi 4. dilim ücret zamlarını erteleyerek ulaşmış oldu.[39]

Krizin ücretlilere etkisi toplu iş sözleşmesi 4. dilim ücret zamlarının ertelenmesiyle sınırlı da kalmamış; aynı dönemde asgari ücretin bir ay geç belirlenmesiyle yaklaşık 2 trilyon, memur maaş katsayısının artırılmaması yoluyla emekliliği gelen l00 bin işçinin kıdem tazminatından 4,5 trilyon lira, 429 bin kamu işçisinin ikramiye tarihleri ücret zamları tarihinden iki gün öncesine çekilmek suretiyle 2,6 trilyon liralık kaynak transferi yapılmıştır.

Kriz gerekçe gösterilerek toplu iş sözleşmesinden kaynaklanan 4. dilim ücret zamları verilmeyen kamu işçileri (7060 işçi) Anayasa’nın 54. maddesinin gerekçesinde belirtilen öneriye uygun bir şekilde “mahkemelere saygı ve çalışma barışı ilkeleri”ni gözeterek dava açmışlar, kazanmışlar, ancak davalar Yargıtay ve Hukuk Genel Kurulu HGK tarafından işçiler aleyhine sonuçlanmıştır. (Özveri, 1995, Özveri: 1999)

Yukarıdaki sonuca ulaşan kararın tartışıldığı bir toplantıda Yargıtay üyeleri bu kararlarını “Sosyal siyaset mülahazalarıyla” aldıklarını, adeta “memleket batar” diye korktuklarını söylemişlerdir. Kararı savunan Yargıtay üyesine göre:

“Evet, biliyorsunuz, Yargıda kararlar hukuki olmak zorunda ama bazen görüldüğü gibi, siyasi kararlar çıkabilir veya siyasi kişiler etkili olabiliyor. Karar siyasi demek istemiyorum ama belki siyasilerden etkilenerek bekli vatanperver olmanın gereğidir. Yaklaşımıyla hareket edilmiştir. Arkadaşlarımı tenzih ederim. Hiçbiri hiçbir siyasinin etkisi altında kalmamışlardır. Ama acaba bu zamlar işçilere verilirse ne olur düşüncesiyle ve benim de hocalığımı yapmış bir zatın önerisiyle uyarlama kararı verilmiştir.” (Günay, 1997:163)

Daha vahimi ve çarpıcı olanı ise konu Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nda tartışılırken, işçilerin davaları hukuki açıdan değerlendirilmemiş, işçilere toplu iş sözleşmesi haklarının verilmesinin “Devleti korumalıyız” görüşünden hareket edilerek davaların işçilerin aleyhine sonuçlandırılmış olmasıdır. Bu yaklaşıma muhalefet eden Yargıtay üyesi Bilal Kartal, şerhinde bu yaklaşımı şöyle eleştirme gereği duymuştur:

“Hukuk, bütün güçleri elinde tutan Devlete uygulandığı kadar, insanlara da uygulanmaktadır. Çünkü hukuk kavram olarak hem devletten önce ortaya çıkmıştır, hem de devletin üstünde bir kavramdır. Hukuka bağlı bir devlet ancak, hukuk kurallarını formüle etmekte, onları yazılı hale getirmekte ve yaptırımlarla donatmakta, fertleri, toplumu bu kurallara uymaya zorunlu kılmakta ve aynı zamanda kendisi de uymaktadır. Çünkü devletin kendisi de bir hukuki kavramdır. Hukukun üstünde, değil, onun içinde ve ona bağlı olmak zorundadır. Bunları şunun için belirtiyorum. Genel Kuruldaki bazı üyelerin, “Devleti korumalıyız” biçimindeki sözleri ve değerlendirmeleri için yazıyorum. Korunacak, yaşatılacak, güzelleştirilecek ve etkinleştirilecek hukuktur. Devlet değildir. Çünkü hukuk var oldukça Devlet güçlenecek etkinleşecek ve saygınlaşacaktır. Devleti yönetenlerin veya devlete ait bir kurumun devlet adına yönetenlerin, kişilerle yaptıkları bir sözleşmede, asli varlık olan devletin bu sözleşme ile bağlı olması gerektiğini savunmak, herkesin bağlı olamayacağı anlamına gelir ki, artık orada halktan söz edilemez. Bundan dolayıdır ki. davaya konu olan bu olayın içine devletin sokulmasını yerinde bir saptama olarak göremiyorum. Bu devletin zaafı sonucunu doğurur ve devlet yararına olduğu düşünülen bu sonuç onu zarara uğratmış olur. Devletle, siyasi iktidar kavramlarının ve kurumlarının birbirine karıştırılmaması gerekir.

Davaya konu olan olay, Devletin değil, siyasi iktidarın ekonomik alandaki bir siyasi kararının ve tercihinin hukuka uygun olup-olmamasından doğmuştur. Siyasi güç, davacı ile sözleşme yaparken, onun ekonomik haklarını koruyacağına dair siyasi bir taahhütte bulunmuştur. Bu taahhüdü sonucu oy almıştır. Ondan sonra, ya basiretsizliğinin, ya özensizliğinin veya ileriyi görememenin bir sonucu olarak, taahhüdünde yanıldığını ileri sürerek bunun yok sayılmasını isteyemez. Sürerse ve bu uyuşmazlık olarak yargı önüne gelirse, yargı bu siyasi tercihe haklılık tanımamalıdır. Çünkü herkes taahhüdü ile bağlıdır. Hele bu siyasi içerik taşıyan bir taahhütse bununla evleviyetle bağlı olmalıdır.

Tüm bu açıklamalar nedeniyle, siyasi otoritenin TİS. ne müdahale hakkının bulunmadığını, hatta böyle bir ortamında mevcut olmadığını, bu tür bir müdahalenin hukuka ve hatta yazılı hukuk kurallarına da uygun bulunmadığını düşünüyorum. Bu nedenle de çoğunluğun bozma gerekçesine katılmadığımdan, yerel mahkeme kararının onanması gerektiği görüşündeyim.” (Kartal, 1995:151,152)

 

HGK kararının muhalefet şerhlerinde, toplu iş sözleşmesi özerkliğine teknik hukuk açısından vurgu yapan görüşler yer almıştır. Dosya içerisinde deneyimli öğretim üyesi hukukçuların toplu iş sözleşmesine yapılan bu müdahaleyi yürürlükteki hukuk açısından eleştirip, olanaklı olmadığını dile getiren görüşleri bulunmaktadır. Ne var ki tüm bunlar Anayasa’da yer alan hukukun üstünlüğü ilkesi, “Devleti korumalıyız” cümlesini aşmaya yetmemiştir.[40]

IV. İşçi Haklarının Elde Edilmesinde Hukukun Etkisi Sorunu

Türkiye’nin son otuz yılında sendikal hakların korunması mücadelesi önemli ölçüde adliye koridorlarına sıkışmış, bu da ister istemez, hukukçuların bu mücadelede önemini olması gerekenden kat be kat artırmış, sendikalar birbirleriyle iyi hukukçu bulma yarışına girmişlerdir.

Hukuk ise her geçen gün sermayenin net çıkarları ekseninde yeniden inşa edilme süreci içerisine girmiştir. Öncelikle iş hukukunun işçiyi koruma ilkesi sorgulanmış, iş hukukunun katı kurallar getirerek korumayı zayıflattığı, bu katı kurallardan kaçınma isteminin kayıt dışını büyüttüğü ileri sürülerek iş hukuku, piyasanın mantığını ve ilkelerini görmezlikten gelmekle suçlanmıştır. (Rodriguez/Bravo/Ferrer, 2008:31)Bu görüşü savunanlara göre “iş hukuku artık bir çözüm, piyasanın nezih yaşama ve çalışma koşulları sağlamadaki yeteneksizliğini gideren bir ilaç olmaktan çıkmış, tam tersine kendisi bir hastalık haline gelmiştir.” (Rodriguez/Bravo/Ferrer, 2008:31)

Özellikle “esneklik” üst başlığı altında işgücü piyasası parçalanarak, parçalanmanın kendisi sayesinde işgücü üzerinde hiyerarşik yeni bir denetim kurulması hedefine bağlı köklü yasal değişiklikler gündeme gelmiştir. İş hukukunun esneklik adı altında değiştirilmesinin asıl amacının ucuz işçilik olduğu da ilan edilmiştir. Esnekliğin örgütlü iş gücünü zayıflatmayı hedeflediği yine hiç gizleme gereği duyulmadan dile getirilmiştir. Esnekliği savunanlara göre, “bu esneklik talebi işgücüyle ilgili düzenlemelerin genel ekonominin, işletmelerin yönetiminin ve bizzat işgücü piyasasının düzgün ve etkin işleyişini sekteye uğrattığı varsayımına dayanmaktadır. Bu yaklaşıma göre, daha az düzenleme, daha düşük işgücü maliyetleri ve neden olmasın, daha az sendika gücü olması koşullarında, işgücü piyasası daha verimli işleyecektir”. (Rodriguez/Bravo/Ferrer, 2008:37)

Piyasanın mantığına uyum sağlamış, her türlü korumayı dışlamış yasal çerçeveyi bir sosyal politika aracı olarak sunanlar da olmuştur. Sosyal korumayı işçinin bireysel yeteneklerine indirgeyen bu anlayış, “sosyal politikanın bir amacı da insanlara topluma ve diğer yurttaşlara yararlı bir katkıda bulunma, ürünler imal etme ve hizmetler sunma imkan ve fırsatını vererek onları bütünleştirmektir. Pratik açıdan bunun anlamı insanları istihdam edilebilir kılmak ve/ya da bunu sürdürmektir. İşçiler için iş güvencesinin en iyi biçiminin uygun yetkinlikler elde etmek olduğu açıktır. Geçmişte iş güvencesine daha çok fesih ihbarı ya da işten çıkarmanın gerekçesi açısından yaklaşılırken, yeni tarz güvence çalışanlara iş gücü piyasalarında başarılı bir şekilde rekabet etme olanağı veren önceden düşünülmüş önlemler anlamına geliyor” (Blanpain: 2008:21)[41] demektedir.

Bu yaklaşımlardan hareketle “kuralsız bir kapitalizmin (neo-liberalizm) hakimiyetinin sürdüğü günümüzde, ‘kuralın’ kendisinin tartışmaya açıldığı bir paradigma dönüşümü” (Daldal, 2010:11) yaşandığı vurgulanmıştır.

Kapitalist toplumun sihri, işgücü üzerindeki denetimin işverenlerin elinde olmasıdır. Hukuk terminolojisinde işverenin yönetim hakkı olarak adlandırılan bu durum, tıpkı mülkiyet hakkı gibi kutsallaştırılmış, ortadan kaldırılamaz bir haktır. Daha doğrusu çalışma ilişkilerinin hukuki tanımında anahtar kavram olan iş sözleşmesinin diğer sözleşmelerden ayıran en önemli fark “bağımlılık”tır. İş sözleşmesinin tanımında işçi sadece ücret karşılığı bir iş yapan kişi değildir. İşçi, işverenin emir ve talimatı altında kısaca bağımlı olarak iş yapan kişidir. İş sözleşmesi de işçinin ücret karşılığı iş görme edimini işverene bağımlı olarak yerine getirmesinin kararlaştırıldığı sözleşmedir. Bu ilişkide işverenin emir ve talimat vererek işçiden iş görme edimini yerine getirmesini isteme hakkına işverenin yönetim hakkı denilir. İş sözleşmesinin ayırt edici unsuru olan bağımlılık unsuru gerçekte işçi üzerinde işverenin iktidarını, (işgücü üzerindeki denetim hakkını) meşrulaştıran bir kavramdır.

Dolayısıyla iş sözleşmesi kapitalist bir toplumda “emek gücünün alımını ve satımını imkan dahiline sokar, satan özneyle alan özneyi kurar, aralarındaki ilişkiyi ölçülüp denetlenebilecek (muhakeme edilebilecek, müfettişlerle kontrol edilebilecek) bir düzleme taşır (iş akdinin örtük olarak düzenlediği ilişki, yani kişi-şey ilişkisi de bu noktada sezilebilir hale gelir), burada ve emek piyasasında içkin olarak bulunan zoru tahakküm donuna sokar.” (Özdemir, 2008:138)

Bu nedenlerle de kapitalist toplumda işçi-işveren ilişkilerini düzenleyen yasalar, kapitalist toplumun kendini yeniden üretmesini engelleyecek düzenlemeler yapamaz. Yani, hukuki yarar kapitalist toplumda en fazla, kapitalizmin sömürü ilişkilerini katlanılabilir kılan bir çizgide tutabilir.

Marx’ın bilinen saptamasıyla ifade etmek gerekirse: Varlıklarının toplumsal üretiminde, insanlar, aralarında, zorunlu, kendi iradelerine bağlı olmayan belirli ilişkiler kurarlar; bu üretim ilişkileri, onların maddî üretici güçlerinin belirli bir gelişme derecesine tekabül eder. Bu üretim ilişkilerinin tümü, toplumun iktisadî yapısını, belirli toplumsal bilinç şekillerine tekabül eden bir hukukî ve siyasal üstyapının üzerinde yükseldiği somut temeli oluşturur. Maddî hayatın üretim tarzı, genel olarak toplumsal, siyasal ve entelektüel hayat sürecini koşullandırır. İnsanların varlığını belirleyen şey, bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilincini belirleyen, toplumsal varlıklarıdır.” (Marx, 1976:25)

Ne var ki Engels’in vurgulamak zorunda kaldığı gibi “Materyalist tarih anlayışına göre, tarihteki belirleyici etken, son kertede, gerçek yaşamın üretim ve yeniden üretimidir. Daha çoğunu hiçbir zaman ne Marx ileri sürdü, ne de ben. Eğer biri bu görüşü iktisadî etken tek belirleyicidir anlamında bozarsa, böylece onu boş, soyut, saçma bir söze dönüştürmüş olur. İktisadî durum temeldir, ama üstyapının çeşitli öğeleri: sınıf savaşımının siyasal biçimleri ve sonuçları savaş bir kez utkun sınıf tarafından kazanılınca yapılan anayasalar, vb. hukuksal biçimler ve hatta bütün bu gerçek savaşımların, bu savaşımlara katılanların kafasındaki yansımaları, siyasal, hukuksal, felsefesel teoriler, dinsel görüşler ve bunların dogmatik sistemler olarak daha sonraki gelişmeleri de, tarihsel savaşımların gidişi üzerindeki etkilerini gösterir ve birçok durumda, onların biçimini baskın bir tarzda belirlerler. Bütün bu etkenler arasında, iktisadî hareketin ensonu, sonsuz bir olumsallıklar (yani aralarındaki içsel bağlılık, bizim onları yok sayabileceğimiz ve savsayabileceğimiz denli uzak ve gösterilmesi güç şeyler ve olaylar) çokluğu ortasından, kendine bir zorunluluk olarak bir yol açtığı bir etkileşim vardır. Yoksa, teorinin herhangi bir tarihsel döneme uygulanması, inan olsun, birinci dereceden basit bir denklemin çözülmesi denli kolay olurdu.” (Engels, 1979: 591)[42]

Tüm bu olguların ayrımında olan ve hukuka Marksist açıdan bakmaya çalışan, hukuk pratiğinin içerisinde olan hukukçuların sağ ve sol sapma olarak adlandırılan bir ikilemde kaldıkları görülmüştür. Hukuku küçümseyerek toptancı bir yaklaşımla hukuki mücadeleyi reddeden bir tavırla, her türlü mücadeleyi sadece yürürlükte olan hukuka uygun olması halinde meşru gören bir başka tavır, sağ ve sol sapmanın özet ifadesidir. (Monique/Weyl, 1975:8-9)[43] Diğer yandan “Marksist yaklaşımı benimseyen az sayıdaki meslekten hukukçunun bu yaklaşımından, meslek alanlarına hiçbir ışık sızmaması da önemli bir tatminsizlik kaynağıdır (hukukçu Marksist’in, Marksist hukukçu olamaması).” (Karahanoğulları, 2002:94) Son otuz yıl içerisinde işçi haklarının önemli ölçüde yargı aracılığıyla korumaya bırakılması, işçilerin günlük sorunlarının çözümünü beklemeleri, sistemin getirmiş olduğu çözümsüzlüklerin de hukukçulara yüklenmesi gibi bir dizi pratik açmaz sorunu daha da ağırlaştırmıştır.

SONUÇ

Türkiye’de işçi haklarının tarihsel gelişim seyrinde bu haklar, hemen her dönem yasaklı veya hakkın kullanımının önemli ölçüde sınırlandırıldığı yasal düzenlemelerin konusu olmuştur. 1908 II. Meşrutiyet döneminde sendikalar “muzır” kuruluşlar olarak görülmüşlerdir. Kısa bir süre, Kurtuluş Savaşı’nın başlangıcından 1925 yılında çıkarılan Takrir-i Sükun Yasası’na kadar geçen dönemde sendikalar kurulup çalışma olanağı bulabilmişlerdir. Ancak, 1925 yılından sonra esmeye başlayan otoriter rüzgârlardan sendikalar da paylarını almış, sendikacılığımız daha emeklemeye başlamadan Takrir-i Sükun Yasası ile kökünden koparılmıştır.

1938 yılında kabul edilen Cemiyetler Kanunu ile sınıf esasına dayalı cemiyet kurma yasağı getirilmiştir. Bu yasak çok partili hayata geçildiği 1946 yılına kadar her türlü sendikal örgütlenmeyi düzen dışı sayarak şiddetle cezalandırmıştır.

1946 yılında sınıf esasına dayalı cemiyet kurma yasağı kalkmış ama yasağın kaldırılmasından yararlanarak kurulan sendikalar yaklaşık altı ay sonra sıkıyönetim komutanlığınca kapatılmıştır.

1947 yılında ise Sendikalar Kanunu çıkmış, ne var ki bu kez de grev hakkı yasaklanmıştır. Yasaya göre sendikalar olacak ama grev hakları olmayacaktır.

Sendikalar Kanunu’nda grev yasağının bulunmasına, sürdürülen baskılara karşın irili ufaklı sendikalar kurulmaya başlanmıştır. Aynı dönemde siyasi iktidar da kendi güdümünde sendikalar kurdurarak işçi sınıfını kontrol altında tutma çabasına girmiştir.

Sendikaların dişe dokunur boyutta güçlenmesi ise 1961 Anayasası’nın sağladığı demokratik ortam içerisinde olmuştur. 1963-1980 dönemi, sendikal hareketin altın yıllarıdır. Sendikalar bu dönemde toplumsal meşruiyetlerini güçlendirmişler, hızla önce kamuda daha sonra özel sektörde örgütlenerek işçileri için önemli kazanımlar elde etmişler, işçilerin güvenini kazanmışlardır.

Sendika üyesi olmak bu dönemde işçiler içerisinde çok önemli bir hak alma yolu olarak kavranıp benimsenmiştir.

Ne var ki bu gelişme aynı hızla sürememiş, 12 Eylül 1980’de bıçakla kesilmiş gibi durmuş, bir anlamda altın çağın sonunu 12 Eylül 1980 darbesi belirlemiştir. Darbe, sendikaları kendilerini en güçlü hissettikleri bir anda vurmuştur. Ülkede işçi hareketi konfederasyonları kapatılıp yöneticileri tutuklanmıştır.

12 Eylül 1980’de DİSK, MİSK yöneticileri tutuklanmış, DİSK, MİSK ve Hak-İş ve bağlı sendikaların bankalardaki paraları bloke edilmiş, binalardaki değerli evrak malzeme ve paralar muhafaza altına alınmıştır.

14 Eylül 1980 günü MGK 3 no’lu bildirisiyle 54 bin işçinin sürdürdüğü grevler sona erdirilmiş, grevler yasaklanmıştır.

Yaklaşık beş yüz bin işçinin sendikası kapatılmış, Türk-İş ve bağlı sendikaların da toplu iş sözleşmesi yapma hakları ellerinden alınmış, işçi ücretleri dört yıl boyunca YHK tarafından belirlenmiştir.

12 Eylül 1980’den sonra hem çalışanlar hem sendikalar açısından yasaklı bir dönem başlamıştır.

Başta Anayasa olmak üzere, çalışma yaşamını düzenleyen yasaların tamamı yasakçı bir anlayışla, sosyal koruma ilkesi bir tarafa itilerek, biçimsel eşitlik anlayışı ön plana çıkarılarak ve sendikalaşma, grev ve toplu iş sözleşmesi gibi haklar kerhen tanınarak hazırlanmıştır. TİSK XII. Olağan Genel Kurulu’nda çalışma yaşamında yapılması istenilen tüm değişiklikler ise istisnasız hemen hemen raporlarındaki gibi tek yanlı olarak Anayasa ve yasalara geçirilmiştir.

1982 Anayasası’nın öngördüğü biçimsel eşitlik anlayışı tarafsızlığı değil, güçsüzü korumasız kılarak, sonuçta güçlüden yana taraf olmuştur.

1982 Anayasası grev hakkını korumayı değil kerhen tanıdığı bu hakkı, ayrıntılı hükümleriyle sınırlamayı hedeflemiştir.

Anayasa siyasal grev hakkını ortadan kaldırmış, 2821 sayılı Yasa, sendikaların siyaset yapmalarını, siyasi partilerde yönetim organlarında görev almalarını yasaklamıştır.

Genel grev ve dayanışma grevi yasaklanmıştır.

“Hak grevi”nden anayasal güvence kaldırılmış, yasada yapılan grev tanımıyla hak grevi yasal grev tanımının dışına çıkarılmıştır.

Toplu Sözleşme Grev ve Lokavt Kanunu (TSGLK), içerdiği formalite tuzaklarıyla, sendikaların yetki almasını olanaksızlaştırmış, işverene sendikasızlaşmayı sağlayabilmesi için olanaklar sunmuştur.

TSGLK’de “grev erteleme” ile “grev yasaklama” aynı sonuca bağlanarak erteleme adı altında yasaklama kurumsalaştırılmıştır.

Ülkemizde sendikal hakların yasaların konusunu oluşturduğu yüz yılı aşan süreç göstermiştir ki,  sendika hakkı ancak “iyi”, “makbul” tanımına uyan sendikacılara tanınmış bir haktır. İyi-makbul tanımına uygun olsalar da bu sendikaların toplu iş sözleşmesi yetkisi alabilmeleri, kurgulanan hukuki yapı tarafından büyük ölçüde işverenlerin insafına terk edilmiştir. Toplu iş sözleşmesi yetkisi alıp toplu pazarlığa başlasalar, grev hakları sınırlandırılmış olduğundan ya da dilerse hükümet erteleme adı altında grevi yasaklama olanağına sahip olduğundan ancak, siyasilerin ve işverenlerin deyişiyle milli menfaatlere zarar vermeyecek, ekonominin dengesini bozamayacak, güzide işyerlerini zarara uğratmayacak grevleri yapabilirler. Grev yaparken çalışan işçilere engel olmamaları, bu işçilerin üretmiş oldukları malların çıkışına rıza göstermeleri de zorunludur. Bir biçimde toplu iş sözleşmesi imzalasalar dahi imzaladıkları toplu iş sözleşmesi her an protokolle değiştirilebilir, bu protokoller toplu iş sözleşmesi hükmündedir. Sendika toplu iş sözleşmesi imzalandıktan sonra protokol yapma pazarlığını kabul etmez ise, o zaman devleti korumak için yargı devreye girer, kriz gerekçesiyle toplu iş sözleşmesi elde edilmiş haklara el konulur ve uyarlama kuramı sayesinde toplu iş sözleşmesi yeni duruma yargı kararlarıyla uyarlanır. Bu özet karşısında Engels’in “mevzuu hukukun bir sınıfın egemenliğini, saf, kesin ve tüm ağırlığıyla ifade etmesine (-ki bizzat bu durum “adalet kavramına” aykırıdır) nadiren rastlanır” saptamasının Türkiye özelinde önemli ölçüde nadir olmaktan çıkmış olduğunu söyleyebiliriz.

Son olarak, işçi sınıfı ve hukuk ilişkisinde bundan sonraki aşamayı tanımlamak da zorunludur. İşçi sınıfı hak mücadelesinde kendisini, ne hukuku küçümseyen, hukuku geleceğin sınıfsız toplumuna havale eden bir çizgide ne de mücadelesini var olan yasal sınırlara hapseden bir çizgide konumlandırmalıdır. Yürürlükte olan hukukun eleştirisiyle, hakların önünde engel olan yasaların adaletsizliğini teşhir edip, hakkın meşruluğunu kabul ettirmek, hukuk kurallarının dönüştürülmesinin en zor ama en etkili yöntemlerinden birisidir.  Türkiye’de işçi sınıfı bu zoru başarmak zorundadır.

KAYNAKÇA

Akçaylı, N. (1978) “Mükerrer Toplu Sözleşme Sorunu ve Barış Yükümlülüğü”, Sosyal Siyaset Konferansları, İ.Ü. İktisat Fakültesi İktisat ve İçtimaiyat Enstitüsü, İstanbul, 1978, 29. Kitap, ss. 69-88

Akgeyik, T. (1994) “Sendika–Siyaset İlişkisi (Karşılaştırmalı Modeller Açısından)”, Kamu İş, İş Hukuku ve İktisat Dergisi, Cilt: 3, Ocak 1994, Sayı, 3, ss.77-89

Akyol, Ş.(1982) Anayasa Komisyonu Sözcüsü Olarak Danışma Meclisi Anayasa Taslağının 54. maddesine İlişkin Değişiklik Önerisi Hakkında Konuşma, Danışma Meclisi Tutanak Dergisi, Cilt: 10, 154. Birleşim, s. 600

Arınç, B. (2010) “İdeolojik Sendikacılık Yapıyorlar”, Akşam Gazetesi, Aksam.com.tr – Erişim T. 15.10.2011,

Aysan, M. (1982) “12 Eylül Harekatı Olmasaydı 24 Ocak Kararları Asla Başarıya Ulaşmazdı”, Cumhuriyet, 26 Ocak 1982, s. 6

Aykut, İ. (1985) “Sosyo-Politik Yönden Yeni Dönemde İşçi İşveren İlişkileri”, Endüstriyel İlişkiler 1984 Yıllığı, İstanbul, KUTYAY Eğitim, Yayın, Araştırma Merkezi Yayınları: 4,ss. 36-43

Baydur, R. (1995) “5 Nisan Ekonomik İstikrar Tedbirleri Sempozyumu” Ankara, Türk İş Yayınları ss: 29

Berksoy, T. (1995)  “Türkiye Ekonomisinde Değişim ve Kriz 24 Ocak 1980’den 5 Nisan l995’e” 93, 94 Petrol İş Yıllığı, ss. 596-622

Berksun A./Eşmelioğlu İ. (1989)  Sendikalar Kanunu, Ankara, Seçkin Yayınları

Blanpain, R. (2008) “XXI. Yüzyılın Çalışma Dünyasında İstihdam Edilebilirlik”, Editör, Marco Biagi, İş Yaratma ve İş Hukuku Korumadan Öngörülü Eyleme, MESS Yayın No:405 s. 21-31

Bodur, İ. (1982) “12 Eylül Harekatı Olmasaydı 24 Ocak Kararları Asla Başarıya Ulaşmazdı”, Cumhuriyet, 26 Ocak, s. 6

Daldal, Ş. (2010) Kuralsız Kapitalizm Batağında Emek, İstanbul, Alan Yayınları

Delican, M. (2006)  “Cumhuriyet Döneminde Türk Endüstri İlişkileri: İşçi Sendikalarının Dünü, Bugünü” Sosyal Siyaset Konferansları, 51. Kitap, İstanbul, İstanbul Üniversitesi Yayın No: 4637, Fakülte Yayın No: 590,  ss. 3-45

Çelik, A. (2006) “TBMM Dışişleri Komisyonu Raporu 2006”,  “Yeni Sorun Alanları, Eğilimler ve Arayışlar: Sendikaların Yeni Dünyası”, Derleyen Fikret Sazak, Türkiye’de Sendikal Kriz ve Sendikal Arayışlar, Ankara, Epos Yayınları

Çelik, A. (2010) “Sendikal Haklar: Uluslararası Çalışma Hukuku ve Türkiye’nin Uyumsuzluğu”,  Disiplinler Arası Yaklaşımla İnsan Hakları, Ed. Selda Çağlar, Beta Yayınevi 2010, ss. 255-332

Çelik, N. (1974) “Toplu Sözleşme Yetkisi Uyuşmazlıklarının Çözümündeki Aksaklıkları Giderici Yollar”, İktisadi ve Ticari İlimler Dergisi, İstanbul İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi Yayını, İstanbul, sayı 1, ss. 223-241

Çelik, A.(2010) Vesayetten Siyasete Türkiye’de Sendikacılık (1946-1967), İstanbul, İletişim Yayınları,

Çelik, F.(2012) TBMM Tutanak Dergisi 7’nci Birleşim, 8. Oturum 11.10.2012 http://www.tbmm.gov.tr/tutanak/donem24/tutanak3.htm  E. Tarihi 06.11.2012

Ekonomi, M. (1990) “Toplu İş Sözleşmesi Türleri Ehliyet ve Yetki”, Toplu İş Sözleşmesine İlişkin Temel Sorunlar Semineri, Kamu İş Yayını. Ankara 1990,  s. 31, Dipnot 3

Engels, F. (1997) Marx-Engels Seçme Yapıtlar, “ Engels’ten Konigsberg’deki Joseph Bloch’a”, Ankara, Sol Y., cilt 3, ss. 591-593

Engels, F. (1997) Marx-Engels Seçme Yapıtlar, “Engels’ten Berlin’deki Conrad Schmidt’e”, Ankara, Sol Y., cilt 3, ss. 594-600

Engels, F. (1997) Marx-Engels Seçme Yapıtlar, “Engels’ten Breslau’daki B.Borgius’a Ankara, Sol Y., cilt 3, ss. 608-611

Esener, T. (1983). 2822 Sayılı Yasa Görüşmeleri, Milli Güvenlik Konseyi Tutanak Dergisi, Cilt 9, 145. Birleşim, 03.05.1983, s. 123

Esener, T. (1978)  İş Hukuku, 3. Baskı, Ankara, Sevinç Matbaası, 1978

Eser, K. – Eser, U. (1995)  Türkiye’de Sanayi Sektörünün Yapısı ve Gelişme Eğilimi Ankara, T. Harp İş Sendikası Yayını

Eyrenci, Ö. (1987) “Sendikalar Hukukunun Güncel Sorunları”, Çalışma Hayatımızın Güncel Sorunları, Öner Eyrenci-Fazıl Sağlam-Savaş Taşkent- Devrim Ulucan, İstanbul, Emek Hukuk Yayınları, 1987, ss. 125-167

Galenson, W. (1965) “Azgelişmiş Memleketlerde Sendikacılık”, Sosyal Siyaset Konferansları, İ.Ü. İktisat Fakültesi İktisat ve İçtimaiyat Enstitüsü, İstanbul, 16. Kitap, ss. 55-68

Gözübüyük, Ş. (2011)  Hukuka Giriş ve Hukukun Temel Kavramları, Ankara, Turhan Kitapevi

Gülmez, M. (1993) “Toplu Pazarlık ve Grev Hakları ve Türkiye”, Avrupa Sosyal Şartı ve Türkiye Kolokyumu, Yayına Hazırlayan: Mesut Gülmez, Ankara: TODAİE

Gülmez, M. (2005) Sendikal Haklarda Uluslararası Hukuka ve Avrupa Birliği’ne Uyum Sorunu, Ankara, Belediye İş Sendikası Yayını, AB’ye Sosyal Uyum Dizisi

Gülmez, M. (1989) “Sendikal Yasalardaki Değişiklikler ve Uluslararası Kurallar”, Amme İdaresi Dergisi, Cilt 22, Sayı 1, Mart 1989, ss. 77-111

Günay, C. İ. (1997)  “Yargıtay’ın İş Hukukuna İlişkin Kararlarının Değerlendirilmesi Tartışmalar Bölümü” İş Hukuku ve Sosyal Güvenlik Hukuku Türk Milli Komitesi,  İstanbul MESS Yayını, ss. 163

Johnson, S.(2002) “Cardcheck Or Mandatory Representatıon Vote? How The Type Of Unıon Recognıtıonprocedure Affects Unıon Certıfıcatıon Success”, The Economic Journal, Vol. 112, No. 479 (Apr.,), s. 344-361

Kaboğlu, İ. (2010) Anayasa Hukuku Dersleri, İstanbul, Legal,

Karahanoğulları, O. (2002) “Marksizm ve Hukuk”, SBF Dergisi Cilt,57, Sayı 2 ss. 61-92

Kartal B. (1995) “1995 Tarihli HGK Muhalefet Şerhi”, İşçiler ve Bir Hukuk Devleti Masalı, Özveri, M. (1995), İstanbul, Selüloz-İş Yayını

Kaykan, S. (1963) A.P Meclis Grubu Adına Yaptığı Konuşma, Millet Meclisi Tutanak Dergisi, Cilt 16, 75. Birleşim, 18.04.1963, s. 383

Kazgan, G. (1995) “Türkiye’de Ekonomik Krizler ve Uluslararası Bağlantıları Kriz”, 93-94 Petrol İş Yıllığı, ss. 678-687

Kılkış, İ. (1993) Çeşitli Ülkelerde ve Türkiye’de Teşmilin Hukuki Boyutları ve Uygulamadaki Görünümü, Ankara, Kamu-İş Yayınları

Koç, Y. (1995) Teslimiyetten Mücadeleye Türk-İş, Ankara, Öteki Yayınevi,

Koç, R. (1982) “12 Eylül Harekatı Olmasaydı 24 Ocak Kararları Asla Başarıya Ulaşmazdı”, Cumhuriyet, 26 Ocak  s. 6,

Kutal, M.(1981)  “Geçiş Döneminde Toplu İş Sözleşmelerini Düzenleyen Önemli Bir Yasa”, İktisat ve Maliye Dergisi, Cilt XXVII, Mart, Sayı 12, ss. 474-482

Kutal, M. (2012)  “Toplu İş Hukukunda Yeni Bir Düzenleme (31.01.2012 Tarihli Kanun Tasarısı), Sicil Dergisi, Mart 2012, Sayı 25, ss. 159-177

Kutal, M. (1976) “Sendikalar Arası Yetki Çatışmasında Referandum ve Yargıtay”, Düşünenlerin Forumu, Milliyet,11.01.1976, ss. 3,9

Külünk, M. (2012) “Türk Hava Yollarını Grev Yasağı Kapsamına Alan Yasa Teklifinin Görüşülmesi Sırasında TBMM Yapmış Olduğu Konuşma” TBMM Tutanak Dergisi, 121’inci Birleşim, 19 Haziran 2012 s. 26-28

İnal, K. (1963) M. P. Grubu Adına Meclis’te Yaptığı Konuşma, Millet Meclisi Tutanak Dergisi, Cilt 16, 75. Birleşim, 18.04.1963, ss. 392-393

Mahiroğulları, A. (2001) “Türkiye’de Sendikalaşma Evreleri ve Sendikalaşmayı Etkileyen Unsurlar” C.Ü. İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, Cilt 2, 2001,  Sayı 1, ss. 161-190

Marx, K. (2003) Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i Ankara, Eriş Yayınları

Marx, K. (1976) Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Ankara 3. Baskı, Çev. Sevim Belli, Sol Yayınları

Monique/Weyl R. (1975) Gerçekte ve Eylemde Hukukun Payı Marksist-Leninist Bir Yaklaşımla, İstanbul, Çev. Şiar Yalçın, Konuk Yayınları

Narin, H.(1983) “TİSK Çalışma Yasalarını Görüşüyor”, Cumhuriyet Gazetesi, 23.02.1983, s. 1, 11

Narin, H. (1980) “Genel Kurul Açış Konuşması” XIII. Olağan Genel Kurul Tutanakları, Ankara, Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu Yayın No: 57, 1980, ss 7-12

Özdemir, M. (2008) Sözün Mülkiyeti Hukukun Ekonomi Politiği, Ankara, Dipnot Yayınları

Özer, A. (1996) Gerekçeli ve 1961 Anayasası ile Mukayeseli 1982 Anayasası, Ankara Kamu İş Yayını

Özveri, M. (1995), İşçiler ve Bir Hukuk Devleti Masalı, İstanbul, Selüloz-İş Yayını

Özveri, M. (2012) Türkiye’de Toplu İş Sözleşmesi Yetki Sistemi ve Sendikasızlaştırma 1963-2009,  İstanbul,  Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayını

Özveri, M. (2012) Ekonomik Kriz Koşullarında Toplu iş Sözleşmesi Özerkliği Uyarlama Sorunu, Ankara, Türk Harp İş Sendikası Yayını

Riddell, C. “Union Suppression and Certification Success”, The Canadian Journal of Economics / Revue canadienne d’Economique, Vol. 34, No. 2 (May, 2001), ss. 396-410

Rodriguez, M./Bravo, P./Ferrer, (2008) “İş Yaratma Politikalarında İş Hukukunun ve Endüstriyel İlişkilerin Rolü, Editör, Marco Biagi, İş Yaratma ve İş Hukuku Korumadan Öngörülü Eyleme, İstanbul MESS Yayın No: 405 ss. 31-37

Saraç, M. (1983) “Türk-İş Dergisi Mart 1983, No: 163, s. 21. Aktaran Yıldırım Koç, Teslimiyetten Mücadeleye Türk-İş, Ankara, Öteki Yayınevi, 1995, s. 83.

Sönmez, M. (1984)  Özal Ekonomisi ve İşçi Hakları, İstanbul, Belge Yayınları: 28

Soyer, D. (1982) “12 Eylül Harekatı Olmasaydı 24 Ocak Kararları Asla Başarıya Ulaşmazdı”, Cumhuriyet, 26 Ocak  s. 6

Şafak, C. (2006) “Türkiye’de Toplu Pazarlığın Değişen Çizgisi (1980-2005)”, Çalışma ve Toplum, Sayı, 10, 2006/3 ss. 31-70

Şide, S. (1983) 2822 Sayılı Yasa Görüşmeleri, Milli Güvenlik Konseyi Tutanak Dergisi, Cilt 9, 145. Birleşim, 03.05.1983, 1/236, (S. Sayısı 574), ss. 86-109

Sur, M. (1991)  Toplu İş Sözleşmesi Özerkliği ve Teşmil, Ankara, D.E.Ü. Hukuk Fakültesi Döner Sermaye İşletmesi Yayınları No: 21

Tanör, B. (1978) Anayasa Hukukunda Sosyal Haklar, İstanbul, May Yayınları

Tayanç, T. (1980) “Geciktirilen Grevler Üstüne Bir Değerlendirme”, ODTÜ Gelişme Dergisi, Cilt 7, Sayı 1-2, ss. 80-94

Topalhan, T. (1997) “Türkiye’de Grev Ertelemesi, Grev Ertelemesinde Zorunlu Tahkim ve Uygulamaların Analizi”, Yayımlanmamış Doktora Tezi, Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara

Tuna, O. (1962) “Sendikacılık ve Siyaset”, Sosyal Siyaset Konferansları, 7. Kitap, İstanbul, İstanbul Üniversitesi Yayın No: 613, Fakülte Yayın No: 78,1955, ss. 105-121

Tunç, H. (“Panel Tartışması: Türkiye’de İşçi-İşveren İlişkileri (Dün, Bugün, Yarın)”, Türkiye’de İşçi işveren İlişkileri, Ekonomik ve Sosyal Etüdler Konferans Heyeti Yayını, İstanbul,1974, s. 373-380

Türk-İş, (Tarihsiz) Anayasa Tasarısı İşveren İsteklerine Göre Hazırlandı, Ankara, Türk-İş Yayını, s. 3

Türk-İş (1983)  “Türk-İş Yönetim Kurulunun Milli Güvenlik Konseyine İş Yasaları ile İlgili Olarak Yaptığı 14 Mart 1983 Tarihli Başvuru”, Sağlıklı Bir Demokrasi İçin İşçi Haklarını Koruma Çabası, Ankara, Onüçüncü Genel Kurul 21-25 Aralık 1983, s. 203, 204

TÜSİAD, 1980 Yılına Girerken Türk Ekonomisi, İstanbul, TÜSİAD Yayını T/80.1. 62, 1980

Ul, N. (1981) “2364 Sayılı Yasa Açısından Toplu Sözleşme Ortamı, İş ve Hukuk Dergisi, Sayı 144, Şubat, ss. 4-7

Ulucan, D. (1981) Toplu İş Sözleşmesi Özerkliği ve Hukuki Niteliği, İstanbul, İstanbul Teknik Üniversitesi Matbaası

Ulutaş, A. – Sönmez, İ. (2011) “Eğitimci Kadınların Sendikal Örgütlenme Eğilimleri ve Sendikal Sürece Katılım Düzeyleri Üzerine Bir İnceleme (Eskişehir Örneği)”, Türkiye Bilimsel ve Teknolojik Araştırma Kurumu, Bursa, 2011, s. 37, 38, http://esbl.k12.tr/belge/inci_rapor.pdf, Erişim T. 15.10.2011

Urhan, B. (2005) Sendikal Örgütlenme Bunalımı ve Türkiye’deki Durum, Petrol İş Yayınları 97, İstanbul, 2005

Üruğ, N. (1983) 2822 Sayılı Yasa Görüşmeleri, Milli Güvenlik Konseyi Tutanak Dergisi, Cilt 9, 146. Birleşim, 03.05.1983, 1/236, (S. Sayısı 574), ss. 156-169

Yeldan, E. (2001) Küreselleşme Sürecinde Türkiye Ekonomisi, İstanbul, İletişim Yayınları, 4. Baskı

Yeldan, E. (1994) Türk Ekonomisinde Krizin oluşumu 1990-1993 Bir Genel Denge Analizi, Ankara, T. Harp İş Sendikası Yayını

Yıldırım, B. (2012)  “Ulaştırma Bakanı Olarak Türk Hava Yollarının Grev Yasağı Kapsamına Alan Yasa Teklifi Görüşmelerinde Soru Yanıt Bölümünde Yapmış Olduğu Konuşma”, TBMM Tutanak Dergisi, 113. Birleşim 30 Mayıs 2012, s. 98

Yılmaz, Ş.(1985) “Sosyo-Politik Yönden Yeni Dönemde İşçi İşveren İlişkileri”, Tartışmalar Bölümü, Endüstriyel İlişkiler 1984 Yıllığı, İstanbul, KUTYAY Eğitim, Yayın, Araştırma Merkezi Yayınları: 4, 1985, s. 51- 53

[1] http://www.canyucel.org/bir-cin-siiri.html Erişim T. 16.07.2013

[2] Danışma Meclisi Bütçe Plan Komisyon Başkanı Aysan’a göre ise: “12 Eylül harekatının yarattığı olumlu ortam olmasaydı bu kararlar kesinlikle aynı başarılı sonuçları vermezdi. Zaten 24 Ocak kararlarına rağmen 1980 Ağustos ayına kadar kötüye gidiş devam etmişti. 12 Eylül 1980’den sonra devlet harcamalarına getirilen disiplin, kamu yönetiminde yaratılan etkinlik, işçi işveren ilişkisindeki akıl dışı duruma son verilmesi ve alınan tedbirlerle üretimin hızlandırılması sayesinde başarılı sonuçlara ulaşılmaya başlanmıştır.” (Aysan, 1982:6)  Danışma Meclisi üyesi Soyer’e göre ise: “12 Eylül olmasaydı 24 Ocak kararlarının sonucu çok dehşet verici bir tablo olurdu. Eğer 12 Eylül olmasaydı vergi kanunları çıkar mıydı? Denk bir bütçe sağlanabilir miydi? 24 Ocak kararları etkili olur muydu? Bu uygulamalara 12 Eylül kararları mı demek lazım, 24 Ocak kararları mı? Artık bilemem.” (Soyer, 1982:6)

[3] “1848 özgürlüklerinin kaçınılmaz kurmayı: kişi özgürlüğü, basın özgürlüğü, söz, dernek kurma, toplanma özgürlüğü, öğrenim özgürlüğü, inanç özgürlüğü, vb, onu yararlanmaz kılan bir anayasal üniformaya büründü. Bu özgürlüklerden herbiri, Fransız yurttaşlarının mutlak hakkı ilan edildi, ancak şu değişmez koşulla ki, bu özgürlükler, yalnız “başkasının eşit hakları ve genel güvenlik” ile, ve aynı zamanda, doğrudan bu özgürlükler arasındaki uyumu sağlamakla yükümlü “yasalar”la çatışmadıkları ölçüde, sınırsız idiler. Örneğin: “Yurttaşlar, dernek kurmak, barışçıl ve silahsız toplanmak, dilekçe yazmak ve görüşlerini basın yoluyla ve daha başka yollarla açıklamak hakkına sahiptirler. Bu hakların kullanılmasında, başkasının eşit haklarından ve genel güvenlikten başka sınır yoktur.” (Fransız Anayasası, Bölüm II, § 8) – “Öğrenim serbesttir. Öğrenim özgürlüğü, yasa ile saptanan koşullar içinde ve devletin yüksek denetimi altında yerine getirilmelidir.” (l.c., § 9) – “Her yurttaş, yasayla öngörülen koşullar dışında, konut dokunulmazlığına sahiptir.” (Bölüm I, § 3) vb., vb.. – Anayasa, sürekli olarak, birbirleriyle çatışmalarını ve kamu güvenliğini tehlikeye düşürmelerini önlemek için, bu mutlak özgürlüklerden yararlanılmasını düzene koymaya ve getirilen kayıtları belirginleştirmeye yönelik gelecekteki anayasa ilkelerini geliştirecek temel [sayfa 490] yasalara (lois Organiques) atıf yapar. Ve sonradan, bu temel yasalar, düzenin dostları tarafından pişirilip kotarılmış ve bütün bu özgürlükler, burjuvazinin, toplumun öteki sınıflarının eşit haklarına dokunmadan yararlanabileceği bir biçimde düzene konulmuştur. Bu temel yasalar, ne zaman bu özgürlükleri öteki sınıflara tümden yasaklasa ya da yalnız, polis tuzaklarından başka bir şey olmayan koşullar altında kullanılmalarına izin verse, bu, daima anayasanın buyruklarına uygun olarak, yalnızca “kamu güvenliği”, başka bir deyişle burjuvazinin güvenliği yararına olmuştur.” (Marx, 2003:26)

[4] Toplu iş sözleşmesi metinlerinden kamu düzeni gerekçesi ile çıkarılan hükümler için Bkz. (Sönmez, 1984:233-250)

[5] “Anayasa Tasarısının özellikle ekonomik hak ve özgürlükler alanındaki yegane kaynağı, son on yıldır Türk-İşverenlerinin raporlarıdır, bu raporlara geçen görüşleridir.” (Türk-İş:3)

[6] “Sözkonusu taslakların getirmeyi amaçladığı sistemin adına kesinlikle sendikacılık denemez. Bu olsa olsa bir vitrin süsüdür. Bu taslakta, toplu sözleşme yapma hakkı, grev hakkı kesinlikle yoktur. Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonunun son yıllardaki genel kurullarına sunulan çalışma raporları incelendiğinde görülecektir ki, işveren cenneti yaratmaya yönelik tüm işveren istekleri bu taslakta yer almıştır.” (Saraç, 1983: 83)

[7] “Tasarıda grevlere belli bir sınır getirilmeyişi ekonomik gerçeklere ters düşen bir düzenleme olmuştur. (…) 20 yıldır biz ağladık onlar güldü. Dengenin bozulduğu bir ortamda 12 Eylül’e gelen olaylar yaşandı. Grev hakkı ekonomik ve milli sınırları aştığı takdirde sınırlandırılmalıdır. Sendikalar yalnızca sendikal faaliyet içinde kalmalıdırlar.” (Narin, 1983:1,11)

[8] “İşveren isteklerinin ne ölçüde taslaklara yansımış olduğu yetkililerinin beyanlarıyla açıkça ortadadır. Böyle bir yaklaşımın işçiler aleyhine son derece vahim bir dengesizlik yaratacağı ve bu halin engin bir huzursuzluk kaynağı olacağı dikkate alınmalıdır.”(Türk-İş, 1983:203,204)

[9] “Diyalog kurmak, çok güzel dedim altını çizerek söyledim. Ancak bu çıkan ve şu anda tatbikata konulacak olan 2822 sayılı Yasayla, toplu sözleşmeleri zor yapar, diyalogu zor kurarız. (…) Bana göre, 2822’nin sayfalarını çevirmeye başladığımız andan itibaren, çalışma barışı büyük ölçüde sıkıntıya düşecektir. Bunu halletmek, müşterek görevimiz olmalıdır diye düşünüyorum, bunu halletmek müşterek görevimiz olmalıdır. (…) İşin daha sağlıklı yürütülmesi bakımından 2822 sayılı Yasada; geliniz komisyon kuralım, geliniz hükümeti ile, işçisi ile, işvereni ile -fanatik değil, akılcı yoldan- işi sağlam yürütme bakımından komisyonlar kuralım, götürelim hükümete verelim. (…) Diyalog demek, yalvarmak demek değildir. Ülkede 45 milyonun menfaati için, elbette birbirimizle diyalog kurmaya mecbur olduğumuzu ortaya koymak istiyorum. Başka türlü anlaşılmaması lazım bunların.” (Yılmaz, 1984:52,53)

[10], “Sadık Şide’nin bu görüşmelere katılmasının işçiler ve sendikacılık hareketi açısından hiçbir olumlu sonucu olmadı. Sadık Şide’nin yasaları daha da olumsuz kılmaya dönük bazı girişimleri askerler tarafından frenlendi. Sendikalar Yasası taslağının ‘seçimlerde uyulacak esaslar’ başlıkla maddesinde, bir hakim, bir başkan ve iki üyeden oluşan bir seçim sandık kurulunun genel kurullarda seçimi yapması öngörülüyordu. Sadık Şide, ‘Sayın Cumhurbaşkanım, acaba bu yargı gözetim ve denetimini, yetkili bir hükümet komiserine vermek ve yetkilerini genişletmek suretiyle sağlayabilir miydik diye düşünüyorum’ dediğinde, toplantıya başkanlık yapan Kenan Evren şunları söylüyor: ‘Daha kötü, o zaman işte dediğiniz olur. Çünkü o hükümet memurudur, emir alır.’ Sadık Şide diretiyor: ‘Ona alışıldı, kongrelerimizde onun masası aleni ayrılıyor artık.’ Kenan Evren de ısrar ediyor ‘işte o zaman demin söylediğim olur; sendikaya taraf bir memur getirilir, o baskı altında emirle iş görebilir; ama hakim bunu yapamaz. O olmasın keşke de hakim olsun, bence daha iyidir.’ Tutanaklar incelendiğinde, 2821 ve 2822 sayılı Yasalarla getirilen sınırlamalar ve kısıtlamalar konusunda Sadık Şide’nin sözle bile direnmediği ortaya çıkmaktadır. En temel kısıtlamalarda tümüyle susmuştur.” (Koç, 1995: 84)

[11] Sürecin ayrıntıları için Bkz. (Özveri, 2012: 98-108)

[12] TBMM Dışişleri Komisyonu Raporu 2006, Aktaran Aziz Çelik, “Yeni Sorun Alanları, Eğilimler ve Arayışlar: Sendikaların Yeni Dünyası”, Derleyen Fikret Sazak, Türkiye’de Sendikal Kriz ve Sendikal Arayışlar, Ankara, Epos Yayınları, 2006, s. 41

[13] “İstanbul Milletvekili Metin Külünk ve 2 milletvekilinin; “Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun Teklifi ve İçişleri Komisyonu Raporu”, TBMM Tutanak Dergisi,  2012, 24. Yasama Dönemi, Yasama Yılı 2, Sıra Sayısı 259, s. 4, “Havacılık sektörü yük ve yolcu taşımacılığı ile yurt içinde ve globalleşen dünyada ülkemizin söz sahibi olmasında son derece önemli bir fonksiyon icra etmektedir. Hava yolu ile yolcu ve kargo taşımacılığı; sanayi üretimi, ihracat, turizm açısından vazgeçilmez bir unsur olarak değerlendirilmekte, hava yolu ile ulaşılan her nokta yeni bir ticari pazar olarak ülke ekonomisine katkı sağlamaktadır. Ülkemizin, havacılık sektöründe faaliyet gösteren şirketlerin, bir kesintiye uğramaksızın çalışmaya ve yükümlülüklerini yerine getirmeye devam edebilmelerinin sağlanması, hem küresel rekabete aynı şekilde karşılık verebilmelerinin hem de bazı hizmetlerde sürekliliğin zorunlu bir gereği haline gelmiştir. Ayrıca, havacılık sektörü, çok uzun süreli ve oldukça üst düzey eğitimlerden geçmiş bir personel istihdamını gerektirmesi sebebiyle bu alanda kısa süre içerisinde istenilen nitelikte yeni bir personel bulunamayacak olması, sendikaların karşılanması zor taleplerine zemin hazırlamakta ve toplu iş sözleşmesi görüşmelerinin bir anlaşmayla sonuçlanmasını zorlaştırmaktadır.”

[14] “Dolayısıyla bugün burada milletin sahibi olduğu bir şirketin küresel bir marka olmasının heyecanını yaşarken karşılaşabileceği engellerin ortadan kaldırılması için milletin iradesinin temel yeri olan Parlamentonun da sorumlu olduğuna yürekten inanıyorum.” (Külünk, 2012: 26-28)

[15] “Ancak millete ait bir kurumu, grev gibi kutsal bir kavram üzerinden, dikkat sayın milletvekilleri, grev gibi bir kutsal kavram üzerinden Türk Hava Yollarını yok etmek isteyen anlayışın 21’inci yüzyılın sendikacılık anlayışla örtüşmediği aşikârdır. Biz bu anlayışı soğuk savaş dönemindeki sendikacılık modelinde görüyoruz; biz bu anlayışı artık tedavülden kalkmış, geçmiş Türkiye’de görüyoruz. Bu anlayışın 21’inci yüzyıl Türkiye’siyle ilintisi de yoktur, bağlantısı da yoktur, olmayacaktır da.” (Külünk, 2012:26-28)

[16] Bu konuda önemli bir araştırma için Bkz. (Çelik, 2010:117,118)

[17] “Uslu sendikalara tekrar grev hakkı verilebileceğine ilişkin Ulaştırma Bakanı ile muhalefet partisi milletvekilleri arasındaki polemik meclis tutanaklarına geçmiştir. Tutanaktan aynen aktarıyoruz. “Ulaştırma, Denizcilik Ve Haberleşme Bakanı Binali Yıldırım (İzmir) – Kaldı ki grev yasağı kalıcı bir yasak değildir.” Özgür Özel (Manisa) – “Uslu çocuklara tekrar verilebilir.” diyorsunuz.” Ulaştırma, Denizcilik Ve Haberleşme Bakanı Binali Yıldırım (İzmir) – “Bu, geçmişte grev yasağı getirilen iş kollarında daha sonra kaldırılmış, bazı iş kollarında yokken de ilave edilmiştir.” “Özgür Özel (Manisa) – “Yandaş bir sendika olursa veririm o hakkı” diyorsunuz öyle mi? “Ulaştırma, Denizcilik Ve Haberleşme Bakanı Binali Yıldırım (İzmir) – Eğer yasaya bakarsanız 83’te çıkan yasaya 88’de bir sürü iş kolu daha ilave edilmiş, 29’uncu maddeye.” Özgür Özel (Manisa) – “Buradan işçilere: “Yandaş bir sendikaya üye olup örgütlenin, vereyim bu hakkı” mı diyorsunuz?”  (Yıldırım, 1012: 98)

[18] “Şimdi, normal şartlarda bu sözleşme eylülde başlayıp aralığın sonunda biterse hiç kimse mağdur olmayacak. Neden sendika bunu başlatmıyor? Çünkü yaz sezonuna gelip, yaz sezonuna bunu taşıyabilirse, o zaman belki daha fazla hak alırım… Bunu da anlayabilirim ama mağdur olan insanların hakkı ne olacak?” (Yıldırım, 1012: 98)

[19] Aykut bu konuşmayı yaptığı 1985 yılında dönemin iktidar partisi ANAP milletvekilidr.

[20] “Şöyle ki, biz kuvvetli ve merkezileşmiş bir sendikacılık mı istiyoruz, yoksa dağınık ve zayıf bir sendikacılık mı istiyoruz? İdeolojik, siyasî bir sendikacılık mı istiyoruz, yoksa pragmatik ve ekonomik bir sendikacılık mı istiyoruz? İşyeri düzeyinde lokavtlı sendikacılık mı istiyoruz, yoksa merkezi lokavt sendikacılık modeli mi bizim ihtiyaçlarımıza daha iyi cevap verebilir?” (Aykut, 1985: 40)

[21] “Sendikalar, belli bir kitleyi temsil etmekte ve bu nitelikleriyle ülke yönetimlerinde ağırlıklarını hissettirmek istemektedirler. Demokratik olan bir toplumun gereği budur. Zira demokratik toplumlarda iktidar farklı menfaat gruplarının etkisiyle yönlenir. Sendikalar da özgür bir siyasi sistemin sonucu olarak iktidarı kendi üyeleri lehinde etkilemeyi ve yönlendirmeyi ister.” (Akgeyik, 1994:80)

[22] Mustafa Alpdündar-Feridun S. Öğünç, Danışma Meclisinde Anayasa Tasarısının 56 (An.52) Maddesinin Değiştirilmesi Önergesinin Gerekçesi, Danışma Meclisi Tutanakları, Tutanak Dergisi, Cilt 8, 135. Birleşim, 25.08.1982, s, 527,528. Ayrıca önergede, Vahap Güvenç, Beşir Hamitoğulları, Sadan Tuzcu, Remzi Banaz’ın da imzaları bulunmaktadır. Önergenin gerekçesinde, sendikaların tarifi yapılmış, siyasi partilerle aralarındaki fark ifade edildikten sonra sendika siyaset ilişkisi tanımlanmıştır. Değişiklik teklifi gerekçesine göre; “(…) Ancak, temel işlevi, çalışanların ekonomik ve sosyal halk ve menfaatlerini korumak ve geliştirmek de olsa, sendikaların, çalışmalarını siyasetten soyutlayabilmek mümkün değildir. Sendikalar baskı grubudur. Ortak menfaatler etrafında birleşen baskı grupları, bu menfaatlerin gerçekleştirilebilmesi için siyasal otoriteler üzerinde etki yapmaya çalışırlar. Ekonomik ve sosyal alanda hakları koruma ve geliştirme işlevinin siyaset dışı kalacağını böylesine genel nitelikteki bir kurala bağlamak, Anayasada düzenlenmesinin aykırılığı yanında, uluslararası normlara da aykırıdır. (…) ‘… siyaset yasağı genel bir tutumun ‘bir parçasıdır; acıları unutmamak gerekir…’ gibi gayri ciddî ve hatalı genellemelerin mahsulü sözlerle geçiştirilemez.”

[23] “Sendikaların olağan sendikacılık işlev ve etkinlikleri gereği olarak hükümetin ekonomik ve toplumsal politikaları konusundaki görüş ve eleştirilerini açıkça belirtip ortaya koymaları durumunda, bu yasağın yaptırımlarıyla «tehdit» edildikleri ve karşılaştıkları ülkemiz gerçeklerindendir.” (Gülmez, 1989: 85)

[24] İzmir 1. Asliye Ceza Mah. 21.01. 1998 T., 1988/810 E, 1988/25 K., Bursa 2. Asliye Ceza Mah. 27.06. 1998 T., 1988/267 E, 1988/476 K, Ankara 2. Asliye Ceza Mah. 07.07. 1998 T., 1988/7 E, 1988/569. K, (Berksun-Eşmelioğlu, 1989:. 694-699)

[25] “Hak-İş, iş barışında veya iş imkanlarının genişletilmesinde, büyümesinde, başarılı toplu sözleşmeler yapıyor. Pek çok sendikaları biliriz, onların yaptıkları mücadeleyi tanırız, ideolojik sendikacılık yapıyorlar. Bizim ideolojimiz emeğin kutsallığıdır, ona değer verilmesidir, vatanı ve bayrağı sevmektir, inançlarımıza bağlı olmaktır. (Hak-İş) Kuru kuru bir ideolojinin kavgasını veren, sokakları savaş alanına çeviren, bir partinin il ve ilçe başkanı gibi çalışan bir sendikacılık değil, hükümetin karşısında başı dik, alnı açık, kendi sorunlarını savunurken diğer siyasi partilerle eşit mesafe koyan, onların her birini Türkiye için çalışmaya ve üretmeye davet eden sendikadır. Yüz binlerce üyeniz var, baraj sorununuz yok. Açıklanan rakamlar, Hak-İş’e bağlı sendikaların daha çok üye kaydettiğini gösteriyor. Bu, size duyulan güvenin eseridir.” (Arınç, 2010)

[26] “5018 sayılı Sendikalar Kanunu’nun 5. maddesinde sendikalara “siyaset yapma” yasağı getirilerek, bir anlamda sendikalaşmaya anlam kazandıracak, üyeliği cazip kılacak, sendikaların üyelerine ilave çıkarlar, yeni haklar elde etmek için yasama ve yürütme organlarını etkileyebilecek derecede ”baskı işlevi” kullandırılmamıştır.” (Mahiroğulları 2001. 167)

[27] “Devlet müdahalesinin en müsait şartlar altında dahi sendikalar lehine tecelli etmesi pek muhtemel değildir. Ücret taayyünü, karşılıklı pazarlığa imkân vermeyecek kadar sıkı bir şekilde ekonominin büyüme potansiyeline intibak ettirilmektedir. İş piyasası nizamı yakından kontrol edilmekte ve yapılan sözleşmeler, ekonomi üzerlerindeki tesirlerinin tespit edilebilmesi için, inceden inceye tetkike tabi tutulmaktadır. Bizler, A.B.D. lerinde dahi, muayyen sektörleri kavrayan kısmi ve iki taraflı pazarlığın milli hedefleri mutazarrır edebileceğini idrake başlıyoruz. Az gelişmiş bir memlekette ise, serbest hareket imkânı çok daha az ve dolayısıyla tolerans marjı oldukça dardır. İncelediğimiz yedi memleket bu müşahedeleri umumiyetle teyit etmektedir.” (Galenson, 1965: 63)

[28] (Eyrenci, 1987:127) “Batı Avrupa ülkelerinde olduğu gibi, herhangi bir yasal zorlama olmaksızın işçi hareketinin deneyimi ve doğal gelişim sonucu olarak gerçekleşmesi arzu edilirdi. Ancak, ülkemizdeki gelişme maalesef tam aksi bir yönde olmuş, bölünmüş ve güçsüz bir sendikal yapı ortaya çıkmıştır”. (Eyrenci, 1987: 127), “Sendikaların bütün yönleriyle kurumlaştığı ve kendilerini kabul ettiren geçmişe sahip olduğu sanayileşmiş, çoğulcu demokrasiyi benimsemiş ülkelerde devletin kanunlar ile müdahalesi dahi olmaksızın sendikaların kuruluş ilkeleri ve oluşturacakları üst kuruluşlar esas itibarıyla işçi ve işverenlerin iradelerine, serbestilerine bırakılmaktadır.” (Ekonomi, 1990:31)

[29] Türkiye Büyük Millet Meclisi Basın Açıklamaları, 07.03.2012, http://www.tbmm.gov.tr/develop/owa/haber_portal.aciklama?p1=120916 Erişim T. 19.08.2012 “TOBB adına toplantıya katılan Ahmet Şağar, işkolu barajının düşürülmesinin marjinal sendikaların yetki alması ve iş barışının bozulmasından endişe ettiklerini belirterek, 12 kişinin çalıştığı bir işyerinde 7 işçinin sendika kurabileceğini, böylece işyeri sendikacılığına dönüşün olabileceğini söyledi. Aynı işkolunda birden fazla sendikanın olmasının konfederasyonlar açısından da sıkıntı yaratacağını belirten Şağar, yüzde 3’ün yüzde 5’e çıkarılmasını istedi”

[30] Öğretideki görüşler için Bkz. (Kutal, 1976:9)

[31]Sendikal Örgütlenme: Engeller ve Deneyimler”, Tes-İş Dergisi, Mart 2004, s. 20-67

[32] Cardcheck, “Üyelik Onayı” şeklinde çevrilmiş, kullanılmıştır.

[33] İşverenlerin toplu iş sözleşmesi yetkisine itiraz ederek sendikasızlaştırma hedeflerini nasıl gerçekleştirdikleri konusunda bkz. (Özveri, 2012:368)

[34] Yazara göre toplu iş sözleşmesinin bu niteliği ona “devlete karşı ileri sürülebilen kamu hukuku hakkı” özelliği verirken “üçüncü şahıslara karşı ileri sürülebilen” yönüyle de bir özel hukuk hakkı niteliği verir. (Ulucan, 1981: 82)

[35] “Toplu iş sözleşmesinin hukuki niteliği gereği olarak muhtevasından taraflar için iki türlü yükümlülük ortaya çıkmaktadır. Bunlardan birincisi dirlik borcu (İş barışı borcu) diğeri ise sözleşmenin iyi niyetle yerine getirilmesi borcudur.” (Esener, 1978: 422)

[36] “Yine aynı kaygılarladır ki, sınıf mücadelesiyle en yakından ilgili sosyal haklardan olan grev hakkının bile, emek-sermaye uyuşmazlığının kapitalist toplumun sınırları içinde çözülmesine hizmet etmesi istenmekte, ondan bir ‘sosyal bütünleştirici’ rolü oynaması beklenmektedir. Uluslararası Çalışma Örgütünün, işçilerin işyerinin yönetimine katılma hakkına yüklemek istediği işlev de budur. Kısacası, bir bütün olarak sosyal haklar sisteminin gerek kapitalizmle gerekse burjuva demokrasisiyle bağdaşabilirliği, sosyal yasaların çıkarılmasından burjuvazinin umduğu sosyal ve siyasi çıkarları açıklar.”(Tanör, 1978:121)

[37] Gerekçe için Bkz. (Özer, 1996:240)

[38] Yar. 9. H.D. 2002/4054-4059 E., 2002/6901-6906 K. T. 30.04.2002

[39] 5. Nisan krizi sonrası işçilerin, el konulan toplu iş sözleşmesi ücret farklarına ilişkin tutarlar için bkz (Özveri, 1999:72)

[40] Karar, muhalefet şerhi ve görüşler için Bkz. (Özveri, 1995)

[41]. Koyulaştırmalar tarafımızdan yapılmıştır.

[42] “siyasal, hukuksal, felsefel, dinsel, yazınsal, sanatsal, vb. gelişme, iktisadi gelişmeye dayanır. Ama hepsi de birbirleri üzerinde olduğu gibi, iktisadî temel üzerinde de karşılıklı-etkide bulunurlar. … Öyleyse şurada burada, salt kolaylık olsun diye düşünülmek istendiği gibi, iktisadi durumun otomatik bir etkisi yoktur, tersine, tarihlerini yapan, insanların kendileridir, ama bu tarihi, öbür siyasal ve ideolojik koşullar tarafından ne denli etkilenmiş olurlarsa olsunlar, gene de, son kertede, sizi anlayacak duruma getiren tek şey olan ipucunu bir uçtan öbürüne oluşturan koşullar olmaktan geri kalmayan iktisadî koşulların da aralarında bulundukları daha önceki gerçek koşullar temelinde koşullandıran verilmiş bir çevre içinde” (Engels, 1979: 609,610)

[43] “Hukuki sorunlar karşısındaki, hem de yalnız, sosyal uyanışta geri kalmış tabakalara özgü olmayan bu mesafeli tutum iki yönlüdür ve sol ve sağ sapmaların ortak kökenine, sektarizm ile oportünizmin diyalektik birliğine en güzel bir örnektir. Belirli bir mantık, işçi örgütleri militanlarına, özellikle eylemlerini sınıfların birbirine karşıtlığı hakkındaki marksist görüşe dayandıran militanlarına işte bu sol sapmayı rahatlıkla telkin etmektedir. Hukuk kavramı ile mücadele kavramını birbirine karşıt durumla göstermek ve legalitenin (kanuna uygunluğun) ve adaletin burjuva niteliğini ileri sürerek hukukî uğraşılara boş vermek: her şeyin yeri sınıf mücadelesi içindedir her şey kitlelerin eylemine bağlıdır o halde hukukla ilgili olan her şey taşınması ağır bir yüktür, sınıfların zıtlığını gözlerden saklamakta burjuvazinin yararlandığı bir aldatmaca aracı ve silâhıdır, demek kolaydır… Sağ sapma daha seyrek değildir. İşte durmadan avukata danışan, falanca metni zorlamak, filanca metni de göz önüne almak, virgüller üzerinde oynamak suretiyle falanca işin mümkün olup olamayacağını sorup duran sendika sorumlusu…Ya da bir sendika şubesinin hukuk bürosunda çalışan ve işçilerin haklarını savunmak için tüm yaptığı «işi avukata havale etmek» olan görevli… Belki de bu görevli işi avukata havale etmeyecek de, kendisini uzman ye­rine koyup İş Mahkemesine, karşı tarafın avukatını mat etmek için yeterince çetrefil, anlaşılması güç bir hukuk diliyle sayfalar dolusu dilekçeler döşenecektir…Aynı durumda olan bir başka takım da, «legal» (kanuna uygun) olduğuna kanaat getirmedikçe her hangi bir eyleme girişmekten çekinen, örneğin 13 Mayıs – 1 Haziran 1958 tarihleri arasında sıkıyönetim yasası hü­kümleri engel olduğu için gösteri yürüyüşüne cesaret edememiş olan kimselerdir. Mahkeme kendilerine hak vermeyince sinirlenip öfkelenen, ve «bizi nasıl haksız çıkarabilirler?», «bu karar yasalara aykırıdır!» diye bağırıp çağıranlar da bu aynı kişilerdir”

Sosyal Medya'da Paylaş!
Share on FacebookShare on Google+Tweet about this on TwitterEmail this to someone

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

You may use these HTML tags and attributes: <a href="" title=""> <abbr title=""> <acronym title=""> <b> <blockquote cite=""> <cite> <code> <del datetime=""> <em> <i> <q cite=""> <s> <strike> <strong>