Menu

SENDİKAL HAK VE ÖZGÜRLÜKLER VE 2010 ANAYASA DEĞİŞİKLİĞİ

20 December 2010 - Makaleler - Tebliğler

                                                                                                Av. Murat ÖZVERİ

                                                             Çalışma ve Toplum Dergisi Yayın Yönetmeni

 

“Sendikal Hak ve Özgürlükler” başlığından anlaşılması gereken elbette ki kolektif hakların tamamıdır. Sendika hakkı ve özgürlüğü, grev hakkı ve özgürlüğü, Toplu İş Sözleşme Hakkından oluşan bu üç hak bir birini tamamlayan, birbirini işlevlendiren, birisi olmayınca diğerinin etkisini yitireceği bir bütünlük içerisinde yer alırlar. Lütfi Duran hocamızın bu hakları “Siyamlı ikizlere benzeterek at başı giden sosyal ve iktisadi haklardan birisi bulunmadıkça diğerinin olmayacağı ya da anlam ve etkisini kaybedeceğini söyler.[1]

Kısaca sendikal haklar yada kolektif haklar olarak adlandırılan, sendika toplu pazarlık ve grev hakları “sosyal haklar” grubu içerisinde yer alırlar. Bilindiği gibi klasik haklar ekonomik olarak güçlenen, sanayi üretiminin teknik alt yapısına sahip hale gelmiş, tüccarlıktan sanayiciliğe adım atmaya çalışan burjuvazinin, hukuki eşitlik istemi ile dile gelmiş, feodalitenin yıkılıp yeni bir düzenin kurulması ile hukuken bağlayıcı metinler haline dönüşmüşlerdir.[2] Sendikal haklarında da içerisinde yer aldığı sosyal haklar ise hukuki eşitliğin kağıt üzerinde kalmasına karşı, eşitliğin yaşamın içerisinde de sağlanması, hukuki eşitliğin engelleyemediği sosyal sorunlardan kaynaklanan uçurumların ortadan kaldırılması isteminin ürünü olmuşlardır.

İnsan hakları bir birinden farklı yaklaşımlarla gruplandırılmışlardır.[3]  İnsan haklarını kuşaklar şeklinde ele alıp,  “birinci kuşak”, “ikinci kuşak” ve “üçüncü kuşak” haklar olarak ele alan yaklaşıma göre, sosyal haklar “ikinci kuşak” haklar içerisinde yer alırlar[4] Oktay Uygun, “İnsan hakları Kuramı”, İnsan Hakları, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2000, s. 21.

Gerçektende; “sosyal hak”, “ikinci kuşak haklar” gibi farklı isimlerle adlandırılmış olsalar da “sosyal eşitsizliklere karşı tepki niteliği, bu hakların hem sosyolojik ve felsefi, hem de hukuki açılardan tek ortak ve ayırt edici yönü”[5] olduğu belirtilmiştir

Kolektif hakların bir diğer özelliği de kendi kendine yardım ilkesine dayanmalarıdır. Şemalaştırılarak özetlemek gerekirse, devlet, kural olarak bireysel iş hukukuyla çalışma yaşamına ilişkin en alt sınırı belirleyerek, bu alt sınırın üstünü, sendika, grev ve TİS hakları yoluyla işverenin karşısında eşit bir güç haline gelen işçiler işverenleriyle TİS ler aracılığı kural koyarak oluşturacaklardır.

Sendika hakkı ve özgürlüklerinin kabul edilmesi ister istemez bu hakların temel niteliklerine uygun bir kabul olması durumunda anlamlıdır. Özellikle Sendika hakkı ve grev hakkının kendiliğinden, hiçbir bildirim yada ön izne bağlı olmadan kullanılan haklar olma özelliğinin zedelenmemesi bu hakların tanınıp tanınmadığını belirleyen ölçütlerin başında gelmektedir.

Bir başka anlatımla eğer sendika kurma, sendikaya üye olma, grev hakkının kullanımı önceden bir başka kurum yada kuruluşa bildirim, izin koşuluna bağlanmış ise bu durumda sendikal hak ve özgürlüklerin gerçek anlamda tanınmış olduğundan söz etmek olanaklı değildir.

Ne var ki bu durum sendikal hak ve özgürlükler konusunda devletin hiçbir yükümlülüğünün olmayacağı anlamına gelmemektedir. Devlet burada bu hakların kullanılmasına güvence getirecek, bu hakların kağıt üzerinde kalmasını engelleyecek düzenlemeleri yapmakla yükümlüdür. Nitekim uluslararası çalışma hukukunda da sendikal hakların kullanılabilmesi için devletin olumlu edimde bulunmaya ve hakların kullanılmasını sağlamaya ve kullanımının engellenmesinin önlenmesine dair düzenlemeler yapması gerektiği kabul edilmektedir. Türkiye’de sendikal nedenli işten çıkarmaların yaygınlığı ve genel olarak işverenlerin sendikasızlaştırma için kullandıkları çeşitli yasal ve yasa dışı teknikler dikkate alındığında sendikal hakların gerçekleşmesi için devletin yüklenmesi gereken olumlu edimin önemi daha iyi anlaşılabilir. [6]

Ülkemizde Sendikal hak ve özgürlükler devlet ilişkinse baktığımızda ne yazık ki, devletin hakların kullanılmasını güvence altına almak yerine tam aksi bir tutumu benimseyerek, yasaklama, sınırlama, yolunu seçmiş olduğu görülmektedir. Bir anlamda sendikal hareket ve yasaklar ülkemiz pratiğinde ikiz kardeş gibi olmuşlardır. Daha ikinci meşrutiyet döneminde başlayan yasakçı anlayış, Cumhuriyet döneminde takriri sukun, sınıf esasına dayalı cemiyet kurma yasakları, grevi yasaklayan yasal düzenlemelerle sürmüş, sendika hakkını tanıyan 1947 tarihli 555sayılı sendika yasası döneminde ise grev hakkı ve toplu sözleşme hakkına ilişkin yasaklamalar sürmüş, bu yasakçı anlayış, 1963 -1980 arasındaki küçük parantez dönemini saymaz isek bu güne kadar etkisini yitirmeden gelmiştir.

12 Eylül 1980 darbesi sendikaları kendilerini en güçlü hissettikleri bir anda vurmuştur üç yıl süren yasaklı dönemde ülke işçi hareketi bir konfederasyonu kapatılıp yöneticileri tutuklanmış, Anayasa ve Yasalarla elleri kolları bağlı olarak çıkmıştır.

14 Eylül 1980 günü MGK 3 nolu bildirisiyle 54 bin işçinin sürdürdüğü grevler sona erdirilmiş, grevler yasaklanmıştır.

12 Eylül 1980’de DİSK, MİSK yöneticileri tutuklanmış, DİSK, MİSK ve Hak-İş ve bağlı sendikaların bankalardaki paraları bloke edilmiş, binalardaki değerli evrak malzeme ve paralar muhafaza altına alınmıştır.

Yaklaşık beşyüz bin işçinin sendikası kapatılmış, Türk-İş ve bağlı sendikalarında toplu iş sözleşmesi yapma hakları ellerinden alınmış, işçi ücretleri dört yıl boyunca YHK tarafından belirlenmiştir.

12 Eylül 1980’den sonra hem çalışanlar hem sendikalar açısından yasaklı bir dönem başlamıştır.

Başta Anayasa olmak üzere, çalışma yaşamını düzenleyen yasaların tamamı yasakçı bir anlayışla, sosyal koruma ilkesi bir tarafa itilerek, biçimsel eşitlik anlayışı ön plana çıkarılarak ve sendikalaşma, grev ve toplu iş sözleşmesi gibi haklar kerhen tanınarak hazırlanmıştır. TİSK XII. Olağan Genel Kurulunda çalışma yaşamında yapılması istenilen tüm değişiklikler ise istisnasız hemen hemen rapordaki gibi tek yanlı olarak Anayasa ve Yasalara geçirilmiştir.

1982 Anayasanın öngördüğü biçimsel eşitlik anlayışı tarafsızlığı değil, güçsüzü korumasız kılarak, sonuçta güçlüden yana taraf olmayı getirmiştir.

1982 Anayasası grev hakkını korumayı değil kerhen tanıdığı bu hakkı, ayrıntılı hükümleriyle sınırlamayı hedeflemiştir.

Anayasa siyasal grev hakkını ortadan kaldırmış, 2821 sayılı Yasa, sendikaların siyaset yapmalarını, siyasi partilerde yönetim organlarında görev almalarını yasaklamıştır.

Genel Grev ve dayanışma Grevi yasaklanmıştır.

Hak grevinden anayasal güvence kaldırılmış, yasada yapılan grev tanımıyla hak grevi yasal grev tanımının dışına çıkartılmıştır.

Tarihin garip bir cilvesi ile Kolektif hakları yasaklarla donatan 1982 Anayasasını yapanları iktidar yapan darbenin yıldönümünde darbe liderinin kefil olduğunu ilan ettiği 1982 anayasasının değişikliği gündeme gelmiştir.

7.5.2010 tarih ve 5982 sayılı kanunla yapılan Anayasa değişiklikleri ile  51. Maddenin dördüncü fıkrasında  yer alan “aynı zamanda ve aynı iş kolunda birden fazla sendikaya üye olunamaz” hükmü Anayasa metninden çıkarılmıştır. İlk bakışta sendika özgürlüğü açısından olumlu olarak gözüken bu değişiklik  2822 Sayılı TSGLK da düzenlenen yetki sistemi dikkate alındığında korkutucu bir düzenleme haline dönüşebilecektir. Gerçektende  toplu sözleşme yetkisinin belirlenmesine  ilişkin esaslarda irade açıklamasını esas alan sistemlere doğru bir değişikliğin yapılmaması, aksine, anayasa değişikliğine paralel bir yasal düzenleme yapılması halinde, sendikaların yetki almaları bu hüküm nedeniyle oldukça zorlaşacaktır.

Bilindiği gibi . Anayasanın 53. maddesine 23.7.1995 tarihinde yapılan değişiklikle kamu görevlilerine “toplu görüşme” imkânı sağlanmıştı. Grev hakkını öngörmeyen, hatta “toplu sözleşme “ kavramını kullanmaktan kaçınan bu değişikliği kamu görevlilerine toplu sözleşme hakkı tanınması olarak anlamlandırmak olanaklı olmamıştı.2010 yılında yapılan değişikle grev hakkına yönelik hiçbir ilerleme göstermeden, toplu sözleşme hakkı denilmiş, uyuşmazlığın çözümü için zorunlu tahkim öngörülerek kamu görevlilerinin grev haklarının önü dolaylı olarak tıkanmıştır.

1982 Anayasanın 54. Maddesi kolektif haklara ilişkin anayasayı yapan darbecilerin  Yasakçı mantığının en fazla kendisini dışa vurduğu  bir madde olma özelliğini taşımaktadır.  Daha açık bir ifadeyle 54. madde grev hakkını tanıyan ve güvence altına alan bir yaklaşımla değil, grev hakkını sınırlayan ve uygulanmasını imkânsız hale getiren bir anlayışla ve adeta bir yönetmelik biçiminde yazılmıştır.

Anayasanın 54. maddesinin gerekçesinde, yasakçı anlayış açık net bir şekilde  “Grev ve Lokavt hakları sadece toplu sözleşme yapılırken uyuşmazlık çıkması halinde tanınınmış; başka değişle, hak grevi yolu tıkanmıştır. Mahkemelere saygı ve çalışma barışı ilkeleri Hak grevinin yasaklanmasına amil olmuştur. Bir toplu iş sözleşmesi döneminde mutlak iş barışı esası kabul edilmiştir” sözleriyle dışa vurulmuştur.

Dördüncü fıkra ile yasa koyucuya grev yasaklama ve erteleme konusunda geniş bir yeki tanınmaktadır. Böylece yasa koyucu anayasal bir hakkın özünü ortadan kaldırabilmektedir. Nitekim 2822 sayılı Toplu İş Sözleşmesi Grev ve Lokavt Kanunu (TİSGLK) geniş yasaklar ve erteleme mekanizması içermektedir. Nitekim “Dönem boyunca toplu pazarlık ve grev hakkı ciddi bir biçimde ihlal edilmiş ve yaygın grev ertelemeleri yaşanmıştır.. Bu dönemde toplam 252 grev erteleme kararnamesi yayımlanmış; 252 kararnamenin 209’unda milli güvenlik gerekçesine yer verilmiştir.[7]

Anayasanın 54. maddenin 3. Fıkrasında yer alan  ve cezaların şahsiliği ilkesiyle açıkça çatışan “Grev esnasında greve katılan işçilerin ve sendikanın kasıtlı veya kusurlu hareketleri sonucu, grev uygulanan işyerinde sebep oldukları maddî zarardan sendika sorumludur” hükmü ile ve 7. Fıkrada yer alan  “Siyasî amaçlı grev ve lokavt, dayanışma grev ve lokavtı, genel grev ve lokavt, işyeri işgali, işi yavaşlatma, verim düşürme ve diğer direnişler yapılamaz” hükümleri 7.5.2010 tarih ve 5982 sayılı yasa ile yürürlükten kaldırılmıştır.

Elbette bu değişiklik olumludur ancak, değişiklikle birlikte değişiklik öncesi var olan yasakların ortadan kaldırıldığını söylemek de ne yazık ki olanaklı değildir. 54. Maddenin ilk fıkrasında yer alan ve grev hakkına sadece menfaat grevi aşamasında güvence getiren hükümdeki grev hakkının menfaat grevi ile sınırlanmış biçimi, 2822 sayılı yasada yer alan grev yasaklarına anayasal dayanak olmayı sürdürebilecektir.

SONUÇ

Kolektif haklara yönelik kuşkucu, yasaklayıcı yaklaşım bu hakların ülkemizde duyulmaya başladığı günden bu güne kadar devam eden belirleyici tavırdır. Anayasa koyucunun bu hakların niteliğinden kaynaklanan düzenleme yapıp, hakların kullanılmasına güvence getirme yerine sınırlayıcı bir düzenlemeler yapması 1961-1980 dönemi parantezi saymaz isek günümüze kadar gelen tutum olmuştur.

2010 yılında yapılan değişiklikler ise bu alanı özgürleştirmekten uzak, kolektif hakların hak ettiği güvenceyi sağalmayan, etkisiz, olmanın ötesine geçememiştir. Dileriz ki atılan bu adımlar daha etkili düzenlemelerin başlangıcı olur

 

[1] Lütfi Duran’dan aktaran Ünal Narmanalıoğlu, Grev, Ankara, 1990, S.18 Dipnot:74

[2] Gerhard Kessler , “ İşçi Sendikalarının Vazifeleri Ve Karşılaştıkları Güçlükler” Çev. Ekmel Zadil, Sosyal Siyaset Konferansları,  c.9, İstanbul, 1948, s.8

[3] haklarının tasnifi konusunda farklı yaklaşımlar için bakınız: Gemalmaz, 2010, s. 1424-1429; Bülent Algan, Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Hakların Korunması, Ankara: Seçkin Yayınları, 2007, s. 38-65

[4] Oktay Uygun, “İnsan hakları Kuramı”, İnsan Hakları, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2000, s. 23

[5] Bülen Tanör, , Anayasa Hukukunda Sosyal Haklar, İstanbul: May yayınları; 1978,s. 92

[6] Banu Uçkan ve Engin Yıldırım, “İşverenlerin Sendikasızlaştırma Modelleri Ve Türkiye Örneği”, Çalışma ve Toplum, Sayı 25, 2010/2; Onur Bakır ve Akdoğan, Deniz. (Ocak-Şubat 2009). “Türkiye’de Sendikalaşma ve Özel Sektörde Sendikal Örgütlenme”, Türk-İş Dergisi, Sayı: 383, ss. 88-95

[7] Aziz Çelik, “Milli Güvenlik Gerekçeli Grev Ertelemeleri” Çalışma ve Toplum, Sayı 18, 2008/3. Milli güvenlik gerekçeli ertelemeler toplam ertelemeler içinde ezici bir üstünlüğe sahiptir. Erteleme kararlarının 159’u kamu kesimine ilişkindir. Bunu o dönemde kamu kesiminin ekonomideki ağırlığı ile açıklamak mümkündür. Bir diğer açıdan ise hükümet tarafı olduğu uyuşmazlıklarda ortaya çıkan grevleri erteleyerek haksız bir üstünlük elde etmiştir. Sağ ve muhafazakâr hükümet dönemlerinde yoğun bir grev erteleme yaşandığı görülmektedir. 252 grev ertelemesinin 164’ü Demirel hükümetleri döneminde (6 hükümet) gerçekleşmiştir. Grev erteleme rekoru 75 erteleme ile 6. Demirel hükümeti dönemine aittir. Bu dönemin (12 Kasım 1979-12 Eylül 1980) 24 Ocak kararlarının ardından yoğun grevlerin gündeme geldiği bir dönem olduğunun altını çizmek gerekir.  Ecevit hükümetleri döneminde ise  (3 hükümet) 48 erteleme yapılmıştı

Sosyal Medya'da Paylaş!
Share on FacebookShare on Google+Tweet about this on TwitterEmail this to someone

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

You may use these HTML tags and attributes: <a href="" title=""> <abbr title=""> <acronym title=""> <b> <blockquote cite=""> <cite> <code> <del datetime=""> <em> <i> <q cite=""> <s> <strike> <strong>